bir noktadan sonsuz sayıda doğru geçer: 08/01/2008 - 09/01/2008

Çarşamba, Ağustos 27

KREDİ KARTINA 3 TAKSİT MUTLULUK


  • İnsanlar, uzun zamandan beri mutluluğu, sahip olduklarıyla ölçmeye çalışıyor. Bazen bir ütü, bir spor ayakkabısı mutluluğumuzun derecesini belirleyebiliyor. Televizyonumuzu, çalıştığı halde atıp, yenisini alamıyorsak, mutluluk katsayımız düşebiliyor. Bilgisayarımızı, yeni modeliyle değiştiremediğimizde hayatımızın olumsuz etkileneceğini düşünebiliyoruz. On bıçaklı jiletleri alıyoruz; çünkü almazsak tıraş keyfimizin kaçacağına inandırılıyoruz.
    Daha fazla mutluluk için etrafımız, satın alınmayı bekleyen vaatlerle dolu;
    Aşk, bir parfüm şişesinin içinde bizi bekliyor. Öz güven, bir kol saatiyle elde edilebiliyor. Cesareti, bir otomobilin beygir gücüyle kazanabiliyoruz. Saygınlığı, bir gömleğin çarpıcılığıyla elde edebileceğimize inandırılıyoruz.

KAMER GÜNDÜZ


  • Reklamlar bizi arabaların ve giysilerin peşine düşürdü. İhtiyacımız olmayan şeyleri satın alabilmek için sevmediğimiz işlerde çalışıyoruz. Bizler tarihin üvey evlatlarıyız. Hayatta ne bir hedefimiz var, ne de bir yerimiz. Televizyonla büyütüldük ve bir gün milyoner, film yıldızı ya da rock star olacağımıza inandırıldık.

CHUCK PALAHNİUK-DÖVÜŞ KULUBÜ




  • Tüketim anlayışımız, ihtiyaçlarımızı karşılamaktan ziyade, kendimize oyuncaklar alabilmeye dönüşüyor. Gereksiz tüketim düşkünlüğümüz arttıkça, üretim becerilerimiz giderek zayıflıyor. Yaşadığımız problemlere üretmeye çalıştığımız çözümler bile çoğu zaman tüketim odaklı. Sıkıntımızı geçirebilecek, bizi yatıştırabilecek her türlü oyuncağa hazırız; Antidepresanlar, çikolatalar, kıyafetler, ayakkabılar, fotoğraf makineleri, makyaj malzemeleri… Her gün ihtiyacımız olduğuna inandırıldığımız onlarca yeni ürünle karşılaşıyoruz. Bazılarımız buna gerçekten inanabiliyor ve o ürün olmadan yaşayamayacağını düşünüyor. Mutluluğumuzu, sahip olmak istediğimiz ürünlerin eline verebiliyor ve mucizeler bekliyoruz. Kendi kendimizi mutlu edebildiğimiz günler geçmişte kalmaya başladı. Canımız sıkkın olduğunda artık birbirimize “Hadi alış-verişe çıkalım, iyi gelir” terapileri uyguluyoruz. Alış-veriş sepetimizle birlikte bir raftan diğer rafa koşturuyoruz. Rengarenk ambalajlar, pırıltılı ışıklar, indirimli ürünler başımızı döndürebiliyor. Peki, kaçımız o rafların arasında dolaşırken “Bu ürünü almaya gerçekten ihtiyacım var mı?” diye sorabiliyor. Kaçımız ihtiyacı olmadığı halde “Nasıl olsa sonra ödersin” diyen kampanyalara direnebiliyor? Kaçımız henüz taksiti bitmemiş ürünleri kullanıyor? Kaçımız bu taksitleri ödeyebilmek için daha çok çalışıyor?

KAMER GÜNDÜZ



  • Sahip olmak istediklerin gün gelir sana sahip olur...

CHUCK PALAHNİUK-DÖVÜŞ KULUBÜ



  • Geleceğimizin ipotek altına alınmasına aldırmadan, hayatlarımızı taksitlere böldürebiliyoruz. Sonrasında da bütün emeğimizi o taksitleri ödemeye harcıyoruz. Anlık bir mutluluğun bedelini, bir sene ödemeye razı olabiliyoruz. Bir süre sonra kendimiz değil, sahip olduklarımız için yaşamaya başlıyoruz. Çoğumuz kredi kartlarımızla, her şeyi alacağımıza inanabiliyoruz. Ne kadar alırsak, hayattan o kadar puan kazanacağımızı düşünüyoruz. Bununla birlikte çoğumuzun kredi kartı limiti, durmadan artıyor. Kazancımızda değişiklik olmasa bile limitlerimiz artmaya devam ediyor. Freni olmayan bir arabanın içinde son sürat gider gibiyiz. Bize “dur” diyebilecek olan tek şey ise kendi irademiz.


KAMER GÜNDÜZ


Hayatta önemli olan ne kadar çok şeye sahip olduğun değil, ne kadar az şeye ihtiyaç duyduğundur.


EFLATUN

Pazartesi, Ağustos 25

ÖNGÖRÜ * SONGÖRÜ



Öngörü,’önceden görebilme’।
Gelişkin kültürler,akılcılık,uygarlık; ‘öngörü sahibi olmak’la açıklanabilir. Öngörü,’önceden görebilme’,şunları yapma gücünü kazandırır:

• Bir şeyin nasıl olabileceğini düşünme.
• ‘Ne?’yi,’nasıl?’ı,’neden?’i merak etme ve araştırma. ‘Ne?’ ile bilimi,’nasıl?’ ile tekniği,’neden?’ ile felsefeyi bulma.
• Olasılıkları araştırma.
• Seçenek oluşturma.
• Deney yapmayı,kanıtla açıklamayı bularak bilimsel düşünceye ulaşma.
• Plan ve program yaparak geleceği denetleme gücü kazanma.
• Zamanı kullanabilme
• Önlem alma,önlemleri ölçme-değerlendirme.
• Yaşadıklarından öğrenerek yaşayacaklarını anlayabilme. İşte,’öngörü yetisi’nin kazandırdıkları bunlardır. İnsanlığın rönesansı budur,aydınlanması budur,akılcılığı budur,uygarlığı budur. Buraya ulaşabilmek için bütün ortaçağın geride bırakılması gerekmiştir. Songörü,’sonradan görebilme’,şu tutum ve davranışlara yol açar:
• Olanlara şaşıp kalma.
• Başkalarını suçlama,suçlu arama
• Olanlara ağlayıp sızlanma,olayı geçiştirmeye çalışma.
• ‘Ne?’ ile uğraşır görünme,oraya takılıp kalma,’nasıl?’ ve ‘neden?i merak etmeme,araştırmama,oralı olmama.
• Kendi sorumluluğunu kabul etmeme,inkar etme,görmeme.
• Kendi dışında günah keçisi ya da günah keçileri bulma.
• Olayları doğa dışı güçlere bağlama.
• Doğa dışı güçlere sığınma,onlardan medet umma.
• Yaşadıklarından öğrenememe,yaşayacaklarını kader sayma. İşte,’songörü’ tutumunun yol açtığı sonuçlar da bunlar olacaktır. Akılcı,uygar aşamaya ulaşamamış kültür toplumlarının ve insanlarının tutumları,davranışları da böyle olacaktır.
Hep başına geldikten sonra yanıp yakılma,ama olayların yinelenmesine akıl erdirme yerine alışıp duyarsızlaşma, sonra da gerçeklerden kaçarak yaşamaya çalışma. İnsanlık tarihi boyunca bilim ile dogmanın çatışması hep böyle olmuştur. Kendine, insana, topluma, insanlara, olaylara, geçmişe, geleceğe böyle bakabilmek, böyle görebilmek, böyle düşünebilmek.
Bilimi, tekniği, felsefeyi kavrayabilmek.
Ya da hiç birini kavramadan gelişi güzel yaşamak.
Öngörmek ya da songörmek.

Erdal ATABEK

Şimdi



Çok zaman geçti yollarda
Daha uzun artık ardımdaki yollar

Hep vaktinde başlamak
Hep vaktinde bitmek için
Bütün hatıraları üzerimde bıraktılar
Günler, geceler, aylar, yıllar

Şimdi daha fazla iken bildiklerim
Bilmediklerimin üstüne kapanır gibi
Her biri kapı
Her biri duvar...



Pazartesi, Ağustos 18

KEŞKE

sakin akan bir nehrin kıyısında
keşke
gizemli kokusu olsaydım bir çiçeğin
yolun oraya düştüğünde
baştan aşağı kaplasaydım seni

keşke
ney misali geceleri
gönlünün nağmeleri eşliğinde çalsaydım
rüzgarın omzunda salınan
bir tahtırevanın üstünde uyuyarak
girseydim evinin kapısından

keşke
ışıkları gibi bir bahar güneşinin
seher vakti pencerenden parlayıp
tiril tiril ipek perdelerin ardından
gözlerinin rengini görseydim
parlak meclisinde keşke

tebessümü olsaydım bir kadehin
yeisli bir gece yarısı
uykulu bir sarhoş,
bir yorgun olsaydım

keşke
parlak bir ayna gibi
gönlüm,gülümsemen ve suretinle
sabahları bedenimde kaysaydı
okşayan ellerinin sıcaklığı
güzün yaprakları gibi

keşke
seyretseydin raksımı
gece yarısı mehtabın altında
evinde,bahçenin ortasında
heyecanlarım
velvele ve kavgalar etse
koşup dursaydı

keşke
hatırası gibi hoş bir kadının
süzülüp sessizce gönlüne
görseydim gözlerine ansızın
kendi güzelliğine kamaşan gözlerle
tenha başucunda
vücudum

yandırıp günah mumlarını
bu tatlı günahkarlıkla
yakıp koparsaydı
benim hasretsenin iman bağlarını

keşke
hayatın yemyeşil dalları
sen
benim elem çiçeklerimi koparıp
ve keşke şiirimde
eyy yaşama sevinci
hayatımın kaynağı
görseydin sırlarımın kıvılcımlarını...

Furuğ Ferruhzad

Pazar, Ağustos 17

AŞK 3 KİŞİLİKTİR

yüzümde metresine dantelli don almış
taşralı tüccar mutluluğu var 
yüzümde kırık bir şişeyi andıran 
yanık izi var baba beni tahrik et 
yaralı bir kuşun yanına göm beni
tek koluyla savaşarak tarihe geçen 
bir halk kahramanı gibi abart kendini

acı dediğin yaşadıklarının izi değil
yaşamayı ıskaladıklarındır asıl
baba beni ahşap bir ev gibi düşün
yıkık dökük bir han gibi
uyurken saçımı okşa, uyanınca kundakla

herkes bilir; iki kişi sohbet edebilir ancak
bir kişi daha girmezse hayatlarına
aşk falan yoktur. aşk üç kişiliktir baba
cinayet içinse yüzlerce kişi gerekir

metresine molotof kokteyli taşıyan
pis bakışlı kambur bir oğlan kadar mutluyum
dönmemi bekleme boşuna, vuracaksan
sırtımdan vur beni baba
ne yana dönsem arkamda kalıyor hayat
ne yana dönsem sütü taşırmış
bir kadın telaşı: yüzüme bak baba;

sapından koparılmış gül kırmızısı

ALTAY ÖKTEM

DEKERASYON YÖNTEMLERİ

Bir yeri dekore etmenin çeşit çeşit yolu vardır. Bazen küçük bir kilim, bazen renkli ışıklar, bazen de bir el bombası yeterlidir bu iş için. Önemli olan dekore edilecek yerin özelliklerine uygun malzemeyi bulabilmek.
Yerine göre, salonun ortasında yatan bir ceset bile dekorasyon malzemesi olarak kullanılabilir.

Burada dekorasyon, bir mekanı güzelleştirmek için kullanılan yöntemdir. Mekan gerekli midir, ya da ne kadar gereklidir sorusu, görüldüğü gibi havada kalıyor. Doğadan uzaklaşan insanın kendisi için oluşturduğu bir tür yapay doğadır mekan. 

İnsanın bir yere kapanmasıyla, içine kapanması aynı sürecin iki ayrı parçasıdır.

Konuya bu açıdan bakınca "kaçmak" tek başına anlamsız bir kavramdır. Daha doğrusu, eksik bir kavram. Örneğin evden kaçmak doğru mudur? Bilinmez. Nereden kaçtığın kadar nereye kaçtığın da önemlidir. Evden, başka bir eve doğru kaçılıyorsa ne anlamı var kaçmanın. Ama evden sokağa doğru (sokağa; yani hayatın, aşkın, şiirin ana vatanına) kaçılıyorsa elbette taktir edilecek bir davranıştır bu.

Cinayet hiçbir zaman vücudu dekore etmenin yöntemi değildir. Cinayet denilince silahı alıp birini vurmak geliyor aklımıza. Bu, cinayetin en sıradan ama en göze batan şeklidir. Eğer bir canlıyı öldürmek söz konusuysa, bunu hücre ya da doku düzeyinde ele almamak için hiçbir neden yok. Sinirlenip duvara yumruğu atan birinin elindeki yüzlerce hücre bir anda ölmüyor mu? Hücreleri darbeyle öldürmenin yanı sıra, kesici alet kullanarak parçalamak, yakarak yok etmek de mümkün.

Daha birçok yöntem kullanılıyor insanlar tarafından. Alkolün ve sigaranın beyne verdiği zarar biliniyor. Bir kadeh rakı içerek kaç tane beyin hücresini öldürdüğünü kimse hesaplamıyor. Hem de kansız biçimde.
Hücreleri oksijensiz bırakıp boğmak da insanların en sık kullandığı yöntemlerden biri.

Vücudumuz, kendi kendimize işlediğimiz indirgenmiş cinayetlerle sürekli şekil değiştiriyor, gözle göremediğimiz farklılıklar oluşuyor. Başkalarının bizim vücudumuzda işlediği indirgenmiş cinayetleri de buna ekleyebiliriz elbette.

Bireyler tek tek indirgenmiş cinayet işlerken yönetici konumundakiler bu eylemi toplu olarak yapabiliyor. Örneğin nükleer santral yapılması için bir yasa çıkartıveriyorlar. O bölgede yaşayanların hücreleri, derken dokuları yamulup yumuluyor, sonra da ölüyor.

İnsanların doğadan kopup kibrit kutusu gibi üst üste dizilmiş apartmanlara tıkılmalarıyla birlikte psikolojik bozuklukların yanı sıra fizyolojik bozukluklar da aldı başını yürüdü. Özellikle son yıllarda insan vücudu dört bir yandan gelen radyasyonun kuşatması altında. Kredi kartından otobüslerde kullanılan akıllı biletlere kadar her şey insanın bir manyetik alan çemberinde yaşamasına neden oluyor.

Bunların hangi hücrelerimizi ne şekle soktuğunu yakın bir gelecekte göreceğiz. Nasıl olsa insanın gen haritası bile çıkarıldı. Doları bastıran yamulan hücrelerini cımbızla ayıklatır artık. 
Evet, bir yeri dekore etmenin çeşit çeşit yolu vardır. Dünyayı dekore etmek de çok zor değil aslında. Önemli olan uygun malzemeyi bulabilmek. Neyse, gerçekten canınız cehenneme!

BEN BU ŞEHRİ birgün SANA ANLATACAKTIM

kel kadınlar tanıdım insafsızca
her sokak başında bir ekip otosu vardı
kaç paraya öpüştük durduk asitli homojen
ne çok insandılar öyle yıkılası acılı
öyle kırkayak kimlikli. sahi,
bana ait bir sürü sevgiliyle dolaşırlardı!

dolaşırdı ayaklarım - babam kimdi, belki
birikimler yalnızca, yalnızca itilişler!
annem: o, yalnızlığım olacak!
sarhoş çocuklar gibiydim, dirilen bir ceset
gibiydim - yüzümde bir gri saten bıçak! saat bozuk
gibiydim, imdat polis gibi! saçmalayacak gibiydim
beni bir bıraksanız, ah bir bıraksanız,
ödünç bir tutku, özürlü bir rüzgar misali
dağılıp gidecek gibiydim!

oğlum eşkalim istanbul, yine katildi. kızım
son vitrinin son beyaz gelinliğinde!
yaşları, toplasan en fazla on üç, on dört
en azından milattan önce yirmi! bir zaman
efkarla makyajını tazeledi içimdeki ölü helvası
ölü helvası ve kör çiçekler satan çok kalibre çingene!
ve horgörülen aşklar bazen sahte.. abazan..
biraz daha öpüşebilsek, ah bir de
öpüşmeleri, sevişmeleri, logaritmayı bilsek
alkol komalarımıza hafif inceden
profesör bir zencefil kokusu inecekti!

kel kadınlar tanıdım insafsızca
her sokak başında bir ekip otosu vardı
hatırlar mısın, yazmıştım sana, her otel odasında
filtresi bekaret kanıyla lekeli
yanan bir orospu sigarası. ah, göğsüm,
sen, kurşuna dönmüş zalim gözlerle
delik deşik edilmiş bir erkek fanilası!

delikanlılığım aşka aç
aşka muhtaç
aşka mecburdu!
ve yüreğim!
yaşlandıkça memeleri sarkar oldu!
bana bir haller oldu / bana filmler bir tuhaf olur!
sarkaçlar bana pek bir dar oldu / kuyular pek bir sığ olur
bakın! kızkardeşim gitti gecenin dul eşi oldu
abim miyop dudaklarıyla kendi yılanında küçülür küçülür mahfolur!
ah! çıtır hüznüm, asil acılarım, dikkat edin!

istanbul bu! genç bedenlere aç
dinç cesetlere muhtaç
hürriyete mecburdur!

Küçük İskenderbir gün belki hayattan - cem karaca

Ben Bu Şehri Bir Gün Sana Anlatacaktım

Kel kadınlar tanıdım insafsızca
Her sokak başında bir ekip otosu vardı
Kaç paraya öpüştük durduk asitli homojen
Ne çok insandılar öyle yıkılası acılı
öyle kırkayak kimlikli. Sahi,
bana ait bir sürü sevgiliyle dolaşırlardı!

Dolaşırdı ayaklarım - babam kimdi, belki
birikimler yalnızca, yalnızca itilişler!
Annem: O, yalnızlığım olacak!
Sarhoş çocuklar gibiydim, dirilen bir ceset
gibiydim - yüzümde bir gri saten bıçak! Saat bozuk
gibiydim, imdat polis gibi! Saçmalayacak gibiydim
beni bir bıraksanız, ah bir bıraksanız,
ödünç bir tutku, özürlü bir rüzgar misali
dağılıp gidecek gibiydim!

Oğlum eşkalim İstanbul, yine katildi. Kızım
son vitrinin son beyaz gelinliğinde!
Yaşları, toplasan en fazla on üç, on dört
en azından milattan önce yirmi! Bir zaman
efkarla makyajını tazeledi içimdeki ölü helvası
Ölü helvası ve kör çiçekler satan çok kalibre çingene!
Ve horgörülen aşklar bazen sahte.. abazan..
Biraz daha öpüşebilsek, ah bir de
öpüşmeleri, sevişmeleri, logaritmayı bilsek
alkol komalarımıza hafif inceden
profesör bir zencefil kokusu inecekti!

Kel kedımlar tanıdım insafsızca
Her sokak başında bir ekip otosu vardı
Hatırlar mısın, yazmıştım sana, her otel odasında
filtresi bekaret kanıyla lekeli
yanan bir orospu sigarası. Ah, göğsüm,
sen, kurşuna dönmüş zalim gözlerle
delik deşik edilmiş bir erkek fanilası!

Delikanlılığım aşka aç
aşka muhtaç
aşka mecburdu!
Ve yüreğim!
Yaşlandıkça memeleri sarkar oldu!
Bana bir haller oldu / bana filmler bir tuhaf olur!
Sarkaçlar bana pek bir dar oldu / kuyular pek bir sığ olur
Bakın! Kızkardeşim gitti gecenin dul eşi oldu
Abim miyop dudaklarıyla kendi yılanında küçülür küçülür mahfolur!
Ah! Çıtır hüznüm, asil acılarım, dikkat edin!

İstanbul bu! Genç bedenlere aç
dinç cesetlere muhtaç
hürriyete mecburdur!

Küçük İskender

Birgün

Seni bir gün en yakının ele verirse eğer,
öğren susmasını ve ağlamamasını.
bir kavanozun içinde mavi bir gülyetiştir
her gün daha çok yaşayan.
bir masalın ağzını kapat ve yat geniş odalarda.
Bir oksijen çadırında.

ona kötü bir şey olsun istedim.
bana âşık olsun istedim...
Lale Müldür

Bang Bang remix - Nancy Sinatra - Marco V

MUTSUZ

mutsuzum
verandaya çıkıyorum ve


hissediyorum parmaklarımla
gergin cildini gecenin
kimse takdim etmeyecek beni
güneşe

kimse götürmeyecek beni kırlangıçların şölenine

uçmayı hayal eden kuş
ölmek üzere....


Furuğ Ferruhzad

Cumartesi, Ağustos 16

ÖZÜMSE(me)ME



Zaman zaman üzüldüğüm, 'neden' böylesi tavırlara muhatap olduğumu düşündüğüm, üstelik önce kendi kendimde sebep aradığım 'saygısızlık'lar bana da sık sık uğramakta. Uzun süredir kişisel gelişim yayınlarında, bir sürü sevgi ve saygıyı irdeyen yazınlarda tam da bu kavramlar için bilirkişiler yeni bir yol icra etmişler, ya da bana hep benzer görüşleri ifade edenleri denk geliyor.

Neymiş??? en kısa anlatım ile 'beklentisiz' ve 'safiyane' sevgi ve saygı...

Ve bu sevgi ve saygının öznel mutluluğunu yakalayabilme!!!
Bu önerme bir bakıma doğrudur. Ama icrası mümkün değil.. Bu önermenin yaşamda bilfiil uygulanabilmesi ANCAK, tüm insanların aynı önermeye uygun davranışları benimsemesi ile mümkün olabilir. Ki olmuyor, olamıyor...
Peki ne oluyor??
Birincisi,,,'safiyane' sevgi ve saygıyı dayanak yaptığınız 'insani değer'lerinizin küçümsenmesi ile yüzleşiyorsunuz.
İnsanların özsaygısı, kendi kendine verdiği değer düzeyi asla ifade ettikleri şekilde değil. Pek tabii ki hem açıkça hem zımnen sorguluyorlar...

NEDEN???

Neden kendilerine böylesi bir saygı ve sevgi gösterildiğini çözemiyorlar. Bu yaklaşımımızın altında buzağı, öküz, keçi bilumum temsili hayvanat arıyorlar...

Diyelim bu meraka da saygı gösterdiniz,,, haklı buldunuz,,, Ki, haklı bulma noktanız, 'globalleşen, istek ve arzuların yönettiği, ilişkilerin belli beklentilerin gölgesinde icra edildiği bir dünyada' pek tabii ki sizin bu saygı/sevgi'li duruşunuz tuhaf kaçmış, inandırıcılıktan uzak görülmüş olabilir, bu nedenlerle teste tabii tutulmuş olabilirsiniz,,,dir. Bu kontrollü sorguya bu sebeplerle SAYGI GÖSTERMİŞ'de olabilirsiniz.

Saygınlık ve ÖZsaygı AYRI şeylerdir...Saygınlık daha sosyal bir durumu ifade eder. Saygınlık muhatap olduğumuz genel insan tavrıdır. Saygınlığı pek çok edinimle sağlayabiliriz. Üstelik görecelidir. Göreceli olma hali de sosyal tabanlı olmasından kaynaklanır. İnsanların saygı gösterecekleri farklı farklı meziyetler vardır. Kimisi kariyere, kimisi maddi güce, kimisi statünüze, kimisi kişiliğinize vs. bir sürü farklı kriterlere,,,KİŞİLER kendi ÖZSAYGILARINI hangi kritere göre yüksek tutabilmişler ise, veya tam tersi hangi kriterlerin yoksunluğundan ÖZSAYGILARINI yitirmişler ise,,,bunlara malik olan kişilere bu yönde bir saygı/saygısızlık geliştirirler. Bu saygı sunumunun muhatabı da,,, saygınlığını bu ölçülerde, bu konumlarda oluşturmuştur. Saygınlık,,, göreceli ve pek çok nedenden kaynaklı saygı sunumlarının oluşturduğu bir bütündür. Konu,,,hangi biçimde saygın olmayı tercih ettiğiniz, hangi saygı ifadelerini kendinize layık bulduğunuz,,, özümsediğiniz,,, hangi tutum ve ifadeleri 'saygın'lığınızı göstergesidir, noktasında yapacağınız bir tercihtir. Bu tercihi de tamamen ÖZSAYGINIZ yönlendirir... Kendinize saygı ifadesi olarak algıladığınız her tutumu, her davranışı, her yaklaşımı kabul eder, siz de benzer kişi/kişilere saygı gösterirsiniz.
Yani,,, saygınlığınızı maddesel ölçüler üzerinde temin etti iseniz ve bu saygınlığınız(?) dan da haz alıyor, özsaygınızı da bu şekilde besliyor iseniz, benzer saygınlıklar geliştirirsiniz. Benzer erklere sahip insanlara da saygınızı ifade eden davranışlar geliştirirsiniz. Bu duruşunuzu korurken, 'insan' olduğunuz için, veya farkında olmadığınız bir şekilde yaptığınız başka insani hal ve hareketlerinizden (ya da diğer kişinin saygı duyabileceğini hiç düşünmediğiniz, kendinizin bile saygı duymadığı, önemsemediği bir özelliğinizden) ötürü SİZE SAYGI gösterildi ise,,, bunu kabulünüz, bunu sindirmeniz, bunu kendinize layık bulmanız çok zordur.

Ve ne yazık ki, buna saygı göstermeniz de çok zordur.

Veya kendinizde ikiyüzlülükten arındırmış, aldatmalardan uzak bir yaşamı benimsemiş, ilişkilerinizi birincil olarak kişisel istek ve arzularınızın üzerinde inşa etmemiş, kendi doğrularınızın farkında, karşınızdaki insanların doğruları ve haklarınında idrakinde bir kişiliğe sahip iseniz, ki bu kişiliğiniz yine özsaygınız ile doğru orantılıdır,,, maddesel, fiziksel yönlerinize yönelen saygı ifadelerini abartılı bir iltifat olarak görecek, hatta bu tutumların toplamını saygınlığınız olarak kabul etmeyeceksiniz. Ama ilişkilerinizi de kişiliğinizin gölgesinde temin edecek, benzer kişilik göstergelerini de pek tabii ilişkilerinizin muhatabı olan insanlarda arayacaksınız.
Herşey ÖZSAYGI ile alakalı... Tüm davranışları özünüz yönlendirir. Ve özünüze yakın insanlara yakın olursunuz...

Ve ister sosyal, ister kişisel hangi altyapı da olursa olsun,,, ilişki de tatmin ancak birbirine yakın özsaygıya sahip insanlarla mümkündür...

Git


Gitmeye yazdığın günler geliyor aklıma
Ucuz alınganlıkların,
Sebepsizliği sebep olan kızgınlıkların,
Hep daha geçe kalan akşamlar
Gözlerinde görmüştüm de, beklemiştim
Taa o zamanlar yola koyulmuştu bakışların.

Bilirdim ben, iyi tanırdım seni,
Bilmezdin sen, iyi tanımadın beni,
İsterdin biliyorum, “gitme” denmesini
Birkaç yüz damla gözyaşı eklenmesini
Tam da hududa vardığında
Bir dur emri sana, senin için
İsterdin..,biliyorum,

Ben sana kal demedim,
Ne küstah aldırmazlığımdan,
Ne gururuma yakışıklığı olmadığından,
Ne öfkenin uç bucaksızlığından..,

Ben sana kal demedim,
Gitmeni zaten ben istedim,
Belki hiç zaten gelmemeli idik,
Kalmamalı idik,
Daha ilk perdede gri düştü ya
Sabahlara, günlere…
Bir boyun büküşe esir
Kabullenişle izin verdik ya
Gün gün kararmasına,
Taa o zamanlarda işte kimbilir
Belki denedik,
Belki olmadı,
Belki vazgeçsek,
Belki dostça,
Belki insanca,
Diye diye bir el sıkışması
Kıpkısa bir an kucaklaşma,
Dudaklardan dökülen “yolun açık olsun”
Daha birkaç iyi niyetli temenni içinde..,
Avunabilirdik…,


Tek çare gitmemek,
Tek çare kalmak,
Tek çare gidene dur demek,
Tek çare kalıpta, kal’dırıpta
Kıpkızıl aleve çalan pişmanlıklardan
Kulakları sağır eden çığlıklardan
Dile düşmüş pervasızlıklardan
Burgu burgu örülü kuşkulardan
Bilenmiş kılıçlar ellerimizde
İki yüreği bir meydana sürüp
Önce saygı miğferini yerle bir edip
Ardından sevgi kalkanı
Tek darbede paramparça toz duman
Bir savaş tutmak,
Seninle ben,
Benimle sen,
Son çare değildi…

Tükenmiş sevda neferleri idik
Hep isabetli ateş ettik
Merhem olmaz hiçbir suküt
Hiçbir keşke, hiçbir taahhüt
En ağır kurşunu ruhumuza yedik,

Ben sana kal demedim,
Gitme demedim,
Birkaç yüz damla gözyaşı dökmedim,
Gitmeni hep istedim....

Perşembe, Ağustos 14

Temel İnşaat Bozukluğu


Temel inşaat bozukluğu nedir?
Temel inşaat bozukluğu anne rahminde geçen 9 ay 10 gün ve 0-2 yaş arasındaki bebeklik döneminde ortaya çıkar. AÇEV gibi birtakım kadın derneklerinin "Yedi çok geç" sözünü "İki çok geç"e indirmek gerekir. Çünkü ezik anne, koca dayağı yiyen anne, sık doğuran anne gibi birtakım sendromları ceninken almaya başlıyoruz. 0-2 yaşta da beyin ve kuyruğu var... Sadece beynimizden konuşuyoruz ama kuyruğumuzu unutuyoruz. Oysa omurilik beynin kuyruğudur, ayrılmaz. Kuyruğun alt ucuna, kuyruk sokumuna darbeler toplumumuzda çok görülür; yanlış tuvalet terbiyesi, anne eli dışında değen eller, popo öpülmesi, ben seni yerim diye sevmeler... Hayret edeceğiniz biçimde başlangıç rüyalarında bunlar ortaya çıkıyor. Onun için çok masum gibi gözüken, örneğin bir erkek bebeğe doktor amcalar tarafından anüsten verilmiş ateş düşürücü fitiller, dereceler çok sakıncalı... Çünkü 0-2 yaş döneminde korteks yani konuşan, okuyan, kakasını tutabilen, çişini yapabilen, akıl yürüten beyin bölümü henüz gelişmemiş. Poposundan giren nesnenin ne olduğunu bilmiyor. Erkekteki en ölümcül suçluluk rüyaları rüya dilinde buradan başlar. Seksüel içeriklidir. Şuuraltı bir cinsel tacize maruz kalmayı algılıyor ve dolayısıyla kuyrukta pipi enerjisiyle anüs enerjisi çarpışmaya başlıyor. Bunun açılımı binde bir ihtimalle gay'likse binde 999 ihtimalle problemdir. Bu problemi kimi horoz erkeklik, maçoluk gibi yöntemlerle çözümlemeye çalışıyor. Ama büyük çoğunluğu içine atıyor. Bu karmaşayı anlatamaz hale geliyor. Rol dağılımında erkek rolünü benimsediği halde iç dünyası bunun eksikliğini hissediyor. Al sana ölümcül suçluluğun en temel nedeni. Dışı erkek, içinde karmaşa. Bu, cezalandırıcı objelerin yer aldığı kendi kendine ölümcül suçlama rüyalarına neden oluyor; polis yakalıyor, takip ediyor, birileri bıçaklanacak, öldürecek, kaçıyorum bir türlü kurtulamıyorum, şeklinde.
Bu nelere yol açar ?

Rahimde ve 0-2 yaş arasında aldığımız negatif etkiler yüzünden toplumumuz alt beyin anlamında arabeskleşir. Büyük çoğunluğun alt beyin sistemi temel inşaat bozuklukları yüzünden depresyona çok eğilimlidir; ölümden ve hastalıktan söz etmeyi çok sever. Şuuraltı ve alt beyin sistemi zaten depresyona eğilimli olduğunda hayatının üç beş döneminde aktif depresyon yaşayacaktır. Bu anlamda bir matem reaksiyonu bile aktif depresyondur. Sevgilinin kaybı da öyle. İç veya dış kaynaklı bu depresyonlar alt beyin sisteminde rüya analizleriyle çok net şekilde tespit ettiğimiz ölümcül suçlama sembollerine sebep olur. Diyelim bu ölümcül suçlamayı tedavi ettiniz, ilaç kullandı, o zaman mesele yok. Ama kendi haline bıraktıysanız, her olayda değil, ama ölümcül suçlama bağışıklık sistemini bozabilecek derecede şiddetliyse mide ülseri gibi bir yığın psikosomatik hastalık bekleneceği gibi, kanser ihtimali de yükselecektir.

........
........
İsimler önemli değil; çünkü isim kortekse, üst beyne aittir. Ben alt beyin doktoruyum. Yunus Emre gibi bakıyorum hadiselere. İçteki benin doktoruyum. Altı bin yıl önce Sümer çivi tabletlerinde omuriliğin yaşam ağacına benzetilmesi çok doğru. Çünkü omurilikten bütün iç organlarımıza dallar ve budaklar gider; yani kalınlı, inceli sinirler. Yaşam ağacı benzetmesinin en temel analitik açılımı da şudur: Ağaç nereden beslenir? Kökten! Bu sistem kökte, her iki tarafa elin parmakları kadar kalın beşer dal vererek bacaklarımızın arasındaki seks organlarını besler ve onlardan besin alır; Tao'nun yaşam enerjisi, psikiyatrların libido dediği... Bunların birlikte yaşadığını şuradan anlarız. Mesela depresyonlu bir vatandaş geldi. İlk şikayetlerinden biri canım seks istemiyor, der. Seks isteğiyle yaşam isteği arasında direkt bağ var.

Erkek ve kadın arasında bu anlamda bir fark var mı?
Hanımların yaşam ağacının kökten dört su kaynağı var.. Dolayısıyla erkeklerden bir anlamda daha güçlüler. Çürkü erkeklerin kökten su kaynağı iki! Bu dört su kaynağının tıbbi anatomik isimleri klitoris, anüs, rahim ve vajina. Hanımlarıngücü var, ama işi zor. Çünkü bu su kaynaklarının üçü kirli su. Klitoris ve anüs kirlidir, rahim aseksüel olarak kirlidir. Bir tek beyaz olan vajinadır, temiz su kaynağı. O yüzden eski mitoslar da bunu kutsal kase olarak ele alır. O halde kutsal kase yoksa, kutsal dişi yok. Kutsal diği yoksa, erkek de yok! Diyelim ki bir kadın klitoris anüs karışık şehvet seksi kullandı gençliğinde. Bunların ilk uyandığı 0-2 yaş arası bebeklik dönemi nasıl geçmiştir? Bacağımızın arasını kollayamadığımız bu dönemde birileri tuvalet terbiyesi için mutlaka oralarımıza dokunur. Klitoris, anüs vesaire. Ardından kapatma dönemi başlar; örtün kızım, ayıp kızım, gösterme kızım! Aklı sıra seks hayatı başladığında tekrar bacaklarını yabancı ellere açar. Öncelikli olan klitoris, ardından anüs olduğu zaman alt beyin bebekleşir. Ne zamana kadar! Klitoris anüsten rahme geçerken vajinayı atlamış olur. Çünkü kutsal kase bilgisi verilmemiştir. Bu konuda suçlayabileceğimiz tek zümre var. Bilim adamları! Toplumu asla suçlayamayız. Çünkü o bilgiyi vermemişiz.
Kadın kutsal kaseyi atlayarak doğurduysa neler olur?
Muhteşem bir anaç olmaya başlar. Rahim libidosu dediğimiz özel bir felaket başlar. Rahim libidosunun bu anlamda açılımı şudur: Kutsal kaseyi bilmediği için koca çöpe veya mezara giderken doğurduğu oğlan çocukları alt beyinsel sevgili olur! Kuyruğun alt ucundaki kökten gerekli libidonu erkeğine sunmazsan, vajinayla yaşamayıp rahme geçtiysen ve hele tek oğlan çocuğu doğurduysan bütün libidon ona yeter. Bir de aseksüel yaşıyorum, diye kibirleniyor ya! O kibir zaten böyle yaşayan rahimlerin gözlerinden, gerdanlarından, konuşma tarzlarından bellidir.

Bu nelere yol açar?
Doğurdukları oğlanların alt beyinleri bebek kalır. Rahim libidosu üst beyne, IQ'ya sataşmaz. Dolayısıyla buzulun üstünden baktığınızda zeka katsayıları normaldir. Hatta üstündür. Okur, yazar, konuşur, ama duygu katsayısını, EQ'yu bebek bırakır. En iyi ihtimalle çocuk bırakır. Bunlarda anne rahmine dönme isteği çok daha güçlüdür. Hele anne rahmini taklit eden bar gibi ortamlarda... Bu da intihar eğiliminin fazlalaşmasına, yaşam içgüdüsünün azalmasına yol açar. Tek erkek çocukların başı bu konuda biraz daha fazla dertte. anacıklarının rahim libidosu muhteşem bir aktarımla onlara aktığı için, üst beyinleri büyüse bile alt beyinleri büyümez. O enerjiyi yansıtacak başka kardeş de yok, tamamı oraya yansıyor. Dolayısıyla bu da mutlaka çeşitli problemlere sebep olur. Uyuşturucudan başla; çete kurmayla, psikopatik davranışlarla, sorumluluk alamamayla, bir baltaya sap olamamayla devam et. Rahim libidosunun ona verdiği hayat tarzıyla yaşıyor kadınlarımızın yüzde 99'u. Böyle olduğu zaman televizyona çıkan birtakım örnekleri on milyonla çarpman lazım. Burada yine nacizane görüntülü medyayı kendi kendini yargılamaya davet ederim. Madem toplumun yüzde 99'u rahim konuşuyor, rahim libidosu kullanıyor; bunlara hitap eden program ve diziler yapalım diyor. Bu yanlış! Sadece parayı götüren bir anlayış bu!

Bunun rahim libidosuyla bağlantısı nedir?
Rahim sevgili hayatını bilmez, sadece evlenme ve doğurmayı bilir. Dolayısıyla evlilik ve doğurganlık üzerinedir dizilerin ana temaları ve bunlardaki savaş ve vahşet. Çünkü rahim bu hale geldiği zaman kibirlenir, kibirlendiği zaman hastalık ve doktor sever. Dolayısıyla ölüm sever. Doğurganlıkla ne kadar meşgulsen bir süre sonra ölümle meşgul olursun. Çünkü kibir yapıyorsun! Ben yarattım, kibri. Rahim libidosunu kibiri temelde budur. Çağımızda bir kadın rahim libidosu kullanıyorsa, üst beyin ne derse desin alt beyinde kendini yaratan kabul eder. Bunda birtakım aksaklıklar olduğunu vaktiyle anlamışlar ki Tevrat, İncil ve Kuran hep bunu işler. Rahim yaratmaz, Allah yaratır. Hatta bunu ortadan kaldırmak için Adem'e bir nevi doğurganlık verirler. Allah Adem'i yarattı, Adem'in kaburga kemiğinden de kadını yarattı. Bunlarda felsefi derinlikte çok güzel mesajlar vardır.

Bu durum annenin çocuğuyla ilişkisine nasıl yansıyor?
Seni doğuracağıma taş doğursaydım deyiverir. Onu yaratmanın kibriyle. Bu onu ele geçirmiş kuyruktan ibaret çünkü. Kutsal kase kapalı olduğu için ağız ön plana çıkar hem erkek hem kadın için. Zira erkeğin gelişmesinin temeli kadına bağlı. Erkek kutsal kaseyi bilen kadınla gelişir. Dolayısıyla erkek danışanlarıma da böyle söylerim. Kendi sağlığını mı düşünüyorsun? Git partnerine kutsal kaseyi öğret. Ancak o zaman sana erkeğim, der. Onu öğretemezsen, klitorisiyle kullanırsan sana efeminen, der. Hiçbirinden netice alamazsan aseksüel hale gelirsin. Bu durumda kadın erkeğe bebeğim, der. Erkeğim, diyebilmesi için kutsal kasesini öğretmen şart. Diyelim ki erkek kutsal kaseyi bilen bir partnere sahip değil. O zaman kadının alt beyninde bebek ya da rahim olur. O tatminsizlik ağza yansır. Yemek yemek, lakırdı veya bitmez tükenmez konuşmalar. Tartışma programlarına dikkat et. Herkes konuşuyor; iyi, güzel ama bir şey yok ortada.

Neden bu programlar bu kadar çok konuşuluyor ?
İnsanda kendi inşaat bozukluklarının yansımasını yapar. Vurdu, kırdı, mafyaya ödün, çifte tabancaya ödün. Her çifte tabancalı mafyanın kökeninde şu vardır: Çift tabancalı mafya lideri şişman anasının evine gider, orada yemek yer ve şişman anası da onu azarlar. Hiç olmazsa bunu koyun senaryoya! Hiç değilse anlayana mesaj veriyor. Bunun arkasında rahim libidosu vardır. Anası bunu böyle yapmıştır, diye. Bizde o da yok. Gençlerde çift tabancayla dolaşma özentisi. Bunlar hakikaten takıntı arttırıcı. O yüzden mafya özentisi veya başka şeylere özenen birsürü genç var. Kimseyi suçlamıyorum. Ama şu soruları sormalarını istiyorum anneleri sağ ise: Anneciğim bana hamileyken neler yaşadın? Muhteşem cevaplar alacaklar.

Bunlar neden takıntıyı arttırır ?
Çünkü inşaat bozukluğunun hortlamasına sebep oluyor. Temel inşaat bozukluklarının uğraştığı en önemli şey vurdu kırdıdır. Güzel şeylerle uğraşmaz ki! Temek inşaat bozukluğu olan kişi karadır, dolayısıyla karayla uğraşır; her şey olumsuzluk, sağlıksızlık üzerinden gelişir. Diğerleri de zaten buna alışmış. Karşılıklı bir arz talep dengesi oluşuyor. Başına geleni başkalarının yaşadığını görmenin verdiği rahatlık ihtiyacı da bunları izlemeye yöneltiyor. Pembe dizilerin temeli de budur.

Doçent Doktor NUSRET KAYA

Pazar, Ağustos 10

ne mutlağım ne de muğlak

Her gün sismig ölçümler depremleri kaydeder. Depremleri hep yer yüzünün travmasına benzetirim. Cana kastetmezler. Orda canı kollamamakta kabahat zahir. Yer çatlar çoğu, gizli sular yol bulur, nehirler çağlamaya başlar. Altı boştur çöker, yandan bir dağ yükselir...Eğri doğru kendine gelir. Takke düşer kel görünür; Eğri huzura erer yeri bulur, düz ovalarca uzanır. Doğru haklı gururlu doruklarında ihtişama kavuşur. Ve yeryüzü her daim can taşır. Bir tohumu hazineye çoğaltır.Geçmiş, olan bitene ışık yakmak geleceği aydınlatır. Doğa bunu bilir. Güneş doğduğu ilk andan itibaren hep batının yolunu ışıldatır. Bu yolu takip eder. Ve asla denge bozulmaz. Doğu ile batı hiç birbirine karışmaz... Aralarında gün durur, gece durur. Karmaşa yaşanmaz.
Sanırım Muzaffer Kuşan’dı. Unutmadım. Tüm canlılar topraktan gelmiştir bu doğrudur diyordu. Çünkü toprak bedenlerini her zaman kabul eder. İnsanlar tabiatın sunduğu hali ile her yiyeceği tüketebilirler. Asla yağlanmazlar. Beden de toprak türevidir. Reddetmez. Tanıdık gelir. Amma rafine edilmiş, fermentasyona uğramış, pişirilmiş tüm hallerdeki gıdalara beden direnç gösterir. Tıpkı hafızamız gibi vucut sistemimiz de biriktirmeye programlıdır.

Hazım artıkları biriktirilir. Ruha yabancı gelen, efor fazlası her şeyi vucudumuz stoklar. Kah yağ,,, kah düş'ünce...,
Tek çözüm var ki ekstra enerji; Güne güzel başlamanın ilk sırrı gökyüzüne bakmaktır.Ufuklar umut sunar; Her gün bir tılsım. Biliyorum....Büyü sırdır. Sırlı gelir. Çok sonradan kendini ele verir. İlk merhaba da büyülü idi. Enerji güçlü idi. Aramıza girdi. Sustum. İdrak ettim, çözüldüm. Bu çözülme hiç durmadı. Çok meşguldüm seni ise tamamen unuttum... İki gün mü üç gün mü sonra gece idi. Uyudum hiç sebepsiz uyandım. Uyanmalı idim. Tüm olan bitenden habersiz, sadece emre uyduk. Böyle olmalı idi. Sen sinerji diyorsun, ondan sebep diyorsun. Bense sihirli bir yolculuk diyorum. Değerli demiştim; şaşmıştın ‘Okudun mu demiştin’ okumamıştım.Senin öğretini ben yaşamım da çok önce kavramıştım…Kimbilir belki aynı toprakların tohumlarını ekmek bildiğimizden midir?Aynı uçsuz bucaksız engelsiz ketsiz ufukları seyreyleye seyreyle serpildiğimizden midir?Günebakanlar parsel parsel; her yaz bize güneşe tutkunun ne olduğunu gösterdiğinden midir?Yemyeşil dalga dalga ekinlerin yerini bir zaman sonra altın sarısı hasatlara bırakmasının bereketinden midir? Ve kökleri olmayan, kalkmış göç eylemiş insanlarca yine yeni yeniden örgülenmiş bir hayatın hükümranlığından mıdır???
Bundan mıdır hiç yadırgamadım.

Bilmem fark etmezliğin için de fark ettin mi? Ben her şeyi düşündüm senin için de kendim için de?
Tüm olmayanları düşündüm. Saçmalıksa saçmalık… Hepsinin tam ortasından geçtim. Geçilmeyecek yollardan geçtim. Sen hamarat değilsin!!
Ben erinmem,,,

Su akmalı yatağını bulmalı...

Bil ki;

Ben her halini sevdim. En inanmadığım anda da sevdim. En zorladığım anda sevdim.
En kırıldığım anda kırılabilirliğimi sevdim. Gidebilirliğini bile sevdim.Kaybedildiğinde yarattığı boşluğu sevdim. Ete, kana, sese bürünmezliğini sevdim.Kendi hayatımdan varettiğim hayatlardan gayrı; bir gün senin için iyi ki var diyebilmeyi sevdim.Senin beni benimle bırakmanı sevdim. Buna rağmen iyi ki var diyebilme halimi sevdim.
Şükrettim.

Hep ulaşmak istediğim menkıbenin yüzüne gözlerim bağlı dokundum. Bu dokunuşu sevdim. Ötesini merak etmemeyi sevdim. Yürekten bakabilmeyi sevdim. Ha bir de yüreğimin, zaaflarımla kavgalarını sevdim.

Tüm bu gerginliği reddetmemi sevdim.

Kimbilir belki vazgeçtin; belki fırtınalarımı sukuta erdirmemi bekliyorsun.
İhtimal...Tüm ihtimalleri sevdim. Hepsinin haklılığını sevdim…Senden sebep, kendimden emek; yaratılabilirliğini sevdim.Hep en el değmez yer de tuttum. Hep daha daha olmalı bildim. Heba etmem diye diye yüz çevirdiğim günlere inat bir büyüye feda edebilirliğimi sevdim.

Seni buldum...

Huzur buldum...

Sevgimi sundum...

Şükürler olsun...

Sana da buralardan bir nebze huzur sundum...

Gönlün rahat olsun...



ne mutlağım ne de muğlak

Cuma, Ağustos 8

RİSK SAVAŞÇILARININ HUZURU OLMAZ

Panayır davulları çalıyor, yer gök inliyor, bilir misin...
Dört duvar suspus. Çok konuştum, hep konuştum. Her ve hiç kelimece konuştum.
Kimi sana konuştum, kimi kendime konuştum.
Kaç kere yoruldum susmaya yazdım amma, yalan vallahi yalan, billahi yalan.
Ben yorulduğum anları en çok kollarım, bilmezsin…
Üstelik bir maskeli baloda senin kelimelerin dans ediyordu, ben buna kapıldım.
Börtü böcek diyarındaki oynaş uçuşlarımı terk edip geldim.
Primadonnaları çokça bu koreografinin kenarına iliştim.
Merakıma mütevellit bir de nezaketen bir adım geride yer tuttum.
Ben bu maskeli balonun kelebeğiydim. Kordoda duramayacağım aşikare idi ya dururum sandım.
Hele ki yıldız dansçı bir çiçeğin kelimeleri ise.
Hele ki ova kelebeklerinin uçamayacağı zirvelerdense...,
Olan oldu. Başkacasının zaten mümkünü yoktu.
Orkestra şaşırdı. Kelebek kendi kelimelerinin dansını yapmakta.
Sahne tarumar. Suçlu aranıyor. Huzurbozan, düzenbozan..., Kim?
Her kafadan ses çıkıyor. Kimi kelebek diyor. Kimi baş dansçıya tezahürat yapıyor, sahneyi kurtar diyor.
Kimi de bu dansa hazin bir son kurguluyor.
Tüm kelebekler aynı sloganı ezber etmiş, beste etmiştir.
VAZGEÇME, ERTELEME!
YAŞAMI UMURSA,
KENDİ GERÇEĞİNİ BULMAK İSTİYORSAN DÜŞÜNÜ KOVALA.
Her şeye rağmen, Carpe diem.

Sen taa o çok yükseklerde, benden çok sürdüğün senelerce, benden çok bildiklerince,
aşkın sevdanın en geniş çapının odağında defalarca yer ettiğince belki de sırf bu çokluklarınca
kah gün ışığı oldun, kah kırağılar düşürdün.
Öğütledin...
Öğütlerken örgütlendim.
Kendimle, ruhumla, hırçınlıklarımla, yadırgamalarım kabullerimle,
yerleşik düzeni alt üst eden hallerimle kendimden bi haber örgütlendim.
Bilmem fark ettin mi?
Sen fotosentez yapıyordun. Ben metamorfoz halinde idim.
İşte sırf bu yüzden;
Yönetemezsin.
Yönetilemez.
Önlenemez.
Önlenmemeli.
Sonuç, evrim yarım kaldı. Metamorfoz tamamlanmalı...idi.
Şimdi her şey eksik, yarım, bildik ezberlerin kucağında.
Farketmez...
Fotosenteze pek yakışır bir ezber. Pek yakıştı, göz kamaştırdı.
Şavkı vurdu...,
sızım sızım bir veda bestesi duyuldu.
Hüznün kavalyeliğinde veda dansı yapmanın tam da anıydı.
Sonra saygılı bir reverans;
Arrivederçi.
Böyle bir final ne bu öyküye ne de karakterlere uymaz... yazılamaz...
Kelebeklerin dansı bitmez.
Dans bittiğinde zaten her şey bitmiştir.
Böyle bir finale bu yüzden biraz da usla alakasız, farklı bir izdüşümü çizmekteyim bu sahneden.
Şu atmosferin direncini hesaba katmazsak;
bu fark etmezliğin ivmesinin çekimince düşüşteyiz,
kabulü yasallığından birinci mecburiyet.
Tüm etkiler zıt tepkir ikinci. Hile yapmaktasın...
Yasa bozuyorsun.
Umursamazlığa tutunuyorsun.
Momentumdan kaybediyorsun amma kontrolü de öyle sağlıyorsun.
Ben düşüşe meylederim her daim.
Hız kesmem.
Dibi arıyorum ki, iter beni bilirim çok daha yükseklere iter...
Kaç travmayı dibe çektim işte böyle.
Her vuruş da enerji vardır.
Yükseliş başlar.
Böyle böyle arındım.
Travmaları aşık atırmanın türlü türlü yolu vardır.
Yönetmekse yönettim.
Zaferlerimle ara ara şımardım.
Şımarıklıkla katıklanmamış zafer insani değildir.
Kalleşçe kazanılan zaferlere ise utanç gölgesi hakimdir.
Üstelik risk almak başlı başına zaten zaferdir.
Ümidin ruhla temasıdır.
Suskun tutulmuş, büyütülmüş ümitlerin reşit olanlarıdır.
Risk savaşçılarının huzuru olmaz.
Umutların ruhla oynaşmasından sonra doğar risk bebekleri.
Büyüteceksin ki, tutunsun. Onunla girdiğin her savaştan sana ganimet toplasın.
Bilirim de; hangi halden sebep ise ağzı süt kokan bebeleri savaşa sürdüm.
Can evimden vurulmam işten değildi, hesap etmedim.
Sen GİDERİM zırhını kuşanmasa idin ben seferber olmazdım, bilesin.
Ateşkesi bozmazdım.
Telef olmaksa nasip, kimseye bırakmam, kendim telef ederim.
Belki de senden fazla;
Tüm buluşmalar, tüm kavuşmalar, tüm savaşlar bir ana tutuklu kalmamalı.
Anlar tutsak eder canı.
Taa en sonlara gitmem de, en dipleri aramam da sebep sadece bu.
Zirveye yolculuk en dipten başlar, ivmen yüksek irtifa sağlar.
Araflar ikametgah değildir.
Bazen yaşam seni arafta ağırlar.
Yolculuk devam etmeli burada vakit uzadıkça ruh yorulur.
Labirentte kaybolur.
Kaş, göz, yüz, ten, ses, bakıştan bir haber varlıklarımızın kelimeleri ses verdi, kokladık içimize çektik, tenine dokunduk. İnkar ettik acımaz dedik. Kah kalleşçe, kah can derdinde kelimeleri hançerledik...
Fütursuzca.
Kelimeler yaşıyor.
Direniyor.
Dayanıyor.
Noktalarını arıyorlar.
Her cümlesi soru işareti ile biten yazınlar hep kıvranırlar.
Yaşam bazen kelimelerine sahip çıkmaktır.
İçinde varolmaktır. Varlığı eksik bırakmamaktır.
Nokta ise nokta; Ne ise sonuna mıhlamıktır.
Nesepsiz bırakmamaktır.

Zaman bedevadır; amma paha biçemezsiniz,,,



60lı, 70li yıllardaki kitch modellerden, hemen ardından da seksenli yıllarda hayatımıza giren dijital tasarımlar yüzünden, Duvar Saatleri zaman içinde, kullanılmayan, hatırlanmayan bir ürüne dönüştü.

Son birkaç yıl öncesine kadar pazara sunulan ürünlerin çekiciliğinin az olması duvar saatlerini bir aksesuar olarak görmemize engel olunca, “kolumda, telefonumda, müzik setimde zaten saatim var” diye ilgi gösterilmedi duvar saatlerine.


Son yıllarda dünyada bu kategoriye karşı ilgi arttı ve daha fazla özel tasarım saatler üretilmeye başlandı. Ancak bırakın Türkiyeyi, dünyadaki gelişime bile baktığımızda çok etkilendiğimiz tasarımların hala az oldugunu görüyoruz.
K’LOCK markası yaratıcı bir fikrin, çok yetenekli bir tasarımcının elinden, kendi tesislerinde, çekici ürünlere dönüşmesi ile ortaya çıktı.

Ürünlerin tamamı kendi tasarımları ve Türkiye’de el yapımı olarak üretiliyor.


K’LOCK Duvar Saatleri her sene yeni bir koleksiyon ile sürekli satışta kalan çok sevilen modellerinin yanısıra, yeni modelleri de tüketicilere sunuyor. Ürün portföyü her yaştan insanı tasarımları ile etkiliyor.

Ayrıca değişik kategorilerdeki tasarımlarının yanında Az Sayıda Üretilen (Limited Edition) özel ürünleri ile ayrıcalıklı olmayı sevenlere ve koleksiyonerlere farklı saatler sunuyor.



Manhattan

Cumartesi, Ağustos 2

Marie Trintignant ve Öldüresiye Sevmek



Her aşkın sonu vardır.
Kimi murada erdirir, kimi kerevete çıkarır. Eğer murat kerevetse, sona da iyi denir.

Ama murat ilk günkü gibi sevmekse, mutlaka kötü sonuçlanır: Ya sevgi biter ya birliktelik.
Ve aşktan geriye bir yürek sızısı, bir hayalin yavaş yavaş silinen izi kalır.

Aslında aşk, hayat vermek için yaratılmıştır.
Ya da tersi: Yaratmak için hayatımıza katılır.
Ama kıvamında aşklar, ölçülü sevdalar yaratıcıdır ancak.
Ölçüsüz aşk da vardır oysa, iyi ki çok az rastlanan bir tür olup aşkın varoluş nedenine ihanetin ta kendisidir çünkü öldürücüdür.
Bilgelerin "Azı yarar, çoğu zarar" demeleri, sevda için de geçerlidir.

Marie Trintignant ile Bertrand Cantat'nın aşkları işte böyleydi. Mantıksız, ölçüsüz ve vahşi. Yanlış iki insandılar, yanlış yer, yanlış zaman ve yanlış çevrede tutuştular birbirlerine. Ama Marie ve Bertrand'ı "öldüresiye" bağlayan, tam da bu mantıksızlık, yersizlik, yanlışlık değil miydi?

Bir depremdi onların aşkları, 7 tokat şiddetindeydi, erkek kadını öldürünce, bitti. Diyeceksiniz ki ölen için biter de, öldüren için bitebilir mi böylesi bir aşk? Eğer öldüren, kendi can derdine düşerse bitiyor galiba...

Bir haftadır dünyanın gözü kulağı Vilnius'taki bir mahkeme salonunda. Noir Desir grubunun solisti Bertrand Cantat, Litvanya'nın başkentinde sinema oyuncusu Marie Trintignant'ın katili olarak yargılanıyor. 5 ile 15 yıl arası bir hapis cezasına çarptırılması olası. Ama 8 aydır tutuklu Cantat'nın, mahkemeden elini kolunu sallaya sallaya çıkması da ihtimal dahilinde. Yargıç Vladimir Sergevas duygusal bir depremin yıkıcılığını "hafifletici" ya da "artırıcı" nedenler konusunda karar vermek zorunda kalacak.

Ve aşkın sonu, tam da burada başlıyor çünkü Bertrand Cantat'nın Marie'nin ölüsü üstüne canlı canlı gömülmektense, hayatta kalmayı tercih ettiği anlaşıldı: Savunuyor kendisini ve kendisini savunmak, öldürdüğü Marie'yi suçlamak demek. Öyle de yaptı duruşmalarda. Ve ister istemez bir aşk hikayesini geriye doğru sarmak gerekti, mahkeme salonunda.


Marie Trintignant son derece güzel, duygusal ve ölçüsüz bir "aşk tanrıçası"ydı. Tuhaf yaşamı, özenle yarattığı dengesiz aşklardan, dengeli bir sevgi yumağı örmeye çalışmakla geçmişti.

Şöyle ki: Marie dört kez aşık olmuş, dört erkekle evlenmiş, her birinden bir aşk çocuğu doğurmuştu ve hiçbirinden vazgeçmiyordu. Tıpkı kendisini ve kardeşlerini yarattıktan sonra ayrılıp başka sevgililerin girip çıktığı hayatlarını, aynı çatı altında ve et tırnak gibi yaşayan annesi babası gibi ya da onları taklit ederek, eski eşlerinden ve çocuklarından oluşan bir aşiret kurmuştu kendisine.
Yeni eşleri ya da sevgilileri, bir kez girdiler mi aşirete, çıkamıyorlardı. Marie'yi sevmek demek, ünlü aktör babası Jean Louis Trintignant'ı, zaten tüm filmlerinde kızını başrolde oynatan annesi Nadine Trintignant'ı, tüm kardeşlerini, eski kocalarını ve eski kocalarından olan çocuklarını kabullenmek, sevmek ve birlikte yaşamak demekti.

Bertrand Cantat, Marie'ye vurulduğunda evliydi ve eşi Kristina Rady, bugün 3 yaşındaki oğluna hamileydi. Marie Trintignant "Gel!" dediğinde bir an bile tereddüt etmedi, hamile eşini ve doğmamış oğlunu terk edip Marie'nin evine yerleşti. Ancak kendi karısı ve çocuğunu bırakıp aşık olduğu kadının aşiretini kabullenmek herhalde kolay değildi. Vilnius'ta işlenen cinayetin sahnesinde, yine bu aşiret vardı: Bertrand'ın Vilnius'taki hayatı Marie'yi beklemekti. Eski kocalarından birinin prodüktörü olduğu, annesinin çektiği ve kendisinin ve kardeşinin oynadığı filmin platosundan dönecek Marie'yi beklemek. Ancak buluştuklarında birbirlerini dingin bir aşkla sevemiyor, sürekli kavga ediyorlardı. Cantat'nın ardında bıraktığı eşi ve çocuğu ile Marie'nin hiç ayrılmadığı eşleri ve çocukları, kıskançlık konusuydu.

İşte Marie'nin sonuncu gecesi olan o gece, Bertrand Cantat sevgilisinin kıskançlık krizi geçirerek üstüne saldırdığını, kendisinin de dört tokat attığını, ancak öldürücü olduğunu fark etmediğini söyledi mahkemede. Marie'nin düzenli uyuşturucu kullandığını da ekledi. Tabii soğukkanlı değildi, ona ne kadar aşık olduğunu söyleyerek anlattı bunları. Ama can derdine düştüğü ve işlediği cinayetten ne kadar pişmanlık duysa da, kendisini kurtarmak istediği açıktı.

Çünkü...;
Marie Trintignant dört değil, yedi darbeyle öldürüldü. Üstelik, Cantat komaya giren genç kadına yardım çağırmak yerine, kardeşini çağırmış, iki saatlik bir tartışmaya girmiş, Marie'nin hayatını kurtaracak iki saati, attığı tokatları mazur göstermek için konuşarak geçirmişti.
Vilnius'taki mahkemede yalnız Cantat yargılanmıyor, iki medyatik topluluk çarpışıyor: Müzik ve sinema dünyasından Cantat'nın ailesi ve fanatikleriyle, Trintignant aşireti.
Bu davayla ünlerine ün katmak için yanıp tutuşan iki şöhretli avukatın boy ölçüşmeleri de cabası. Eski eşi Kristina, Cantat'yı yalnız bırakmadı, onun lehine tanıklık yaptı.
Oysa mahkeme, Marie'nin eski eşlerine söz hakkı tanımadı.
Trintignant aşireti, Cantat'yı daha önce de kadınları döven vahşi bir yaratık;
Cantat taraftarları ise Marie'yi dengesiz bir histerik olarak göstermeye çalışıyor.
Ama Marie artık yaşamıyor ve kendisini savunamıyor,,,,
sevdiği adamın nasıl katil olabildiğini anlatamıyor.....

Mine G.KIRIKKANAT
21.04.2004