bir noktadan sonsuz sayıda doğru geçer: Anneannem'den

Salı, Mart 11

Anneannem'den

Uzun yıllar önce rahmetli oldu.
Mutfakta yanan peçkanın fırınında pişirdiği turtasının kokusunu anımsıyorum da sorduğu bilmeceleri, anlattığı masalları, uydurduğu hiç belli olmayan hikayeleri unutmuşum.

Tek turtanın kokusu değil hafızamın işgalciliğini yapan.
Ocakta kızdırdığı ucunda ince bir yapağı ip sallanan iğne ve ağzında mırıl mırıl duaları ile kulaklarımızı delmesini, seccadesinin yanına sıralanarak onunla oyun olsun diye kıldığımız namazları,,, iş, aş, çocuk yorgunu annemden bizi kollamasını, köyde birkaç gün daha kalmamız için babama azarlarcasına yalvarmalarını, avluda dimdik gökler gibi gürleyerek gelinlerini hizaya getirmesini, epey yaşlandıktan sonra yaz boyunca düğünden çıkıp elini öpmek için gelen gelin ve damatlara sundurmada bir hanımağa edası ile karşılamasını, karafırında pişirdiği mis gibi buğday, mısır, nohut ekmeklerini, gün ağarmadan teknede karıp, yuvarlayarak, mayalanması için yere serdiği örtünün üzerine dizdiği ekmeklerin üzerinde gezindiğim günleri, dayımın oğlu için davullarla kızevinden aldığımız gelini ve gelin halayını yüksek sundurmada tepsilerle fıstık, para, şeker atarak karşılamasını, merdivenlerden ağır ağır inip boynuna kırmızı kurdelede sallanan bir beşibeyerde takıp, elini öptürmesini, davulları çaldırıp gelinle karşılıklı oynadığı mendil havasını, düğün için alnımıza bir sanatçı gibi pullarla yaptığı desenleri, konuşmaya türkçe başlayıp pomakça devam etmesini, annemlerden gizli öğrettiği pomakça küfrü.., unutmadım. Daha çook şeyi hatırlıyorum. Ha bir de çok şımardığımızda, sözünü dinlemediğimiz de şalvarlarını yukarı çekerek ´mıçı ma mıçı´ demesi. Ve tüm bacaklarını bir örümcek ağı gibi sarmış, parmak genişliğinde kabarık varisli damarlarını görmemek için ne isterse yaptığımızı. Üstelik ne o ne ben bilmeden genlerinden bana da bu hediyeyi bıraktığını...

İşte ondan, anneannemden bir hikaye..,

Bir kadının tek oğlu varmış. Bu oğlu birgün ölmüş. Kadın çok büyük acılar içinde hem kendine hem cenazeye gelenlere aht vermiş. ´Ölüpte oğlumu Allah´ın huzurunda göreceğim güne kadar gülmeyecek ağzım ahtım olsun´
Günler, haftalar, aylar geçmiş. Birgün evinde komşuları ile söyleşiyormuş. Komşusu heyecanla birşeyler anlatıyormuş, dinlerken dinlerken,ahdını unutmuş, komşunun söylediklerine kahkahalarla gülmeye başlamış. Gülmüş gülmüş, birden kendine gelmiş.
"Ah ben ne yaptım? Güldüm. Ah içim kan ağlarken güldüm hem de. Ammaa gülen ben değilim, ağzım. Kalbim acıdan yanarken, lafa aldanıp gülen ağız bana lazım değil artık" diyerek dövünmüş.
Hırsla ağzını tutmuş koparmış, fırlatmış. Hızla fırlattığı ağız duvara yapışmış, kalmış. Uğraşmış onu duvardan alamamış.
Ve yine günler, haftalar, aylar geçmiş. Komşuları ona yine misafirliğe gelmişler. Muhabbet hararetlenmiş, herkez gülüp söylemeye başlamış. Acısının ve üzüntüsüne rağmen kadıncağızın da anlatılanlar hoşuna gidiyormuş. İçinden ´iyi ki ağzımı kopardım attım, şimdi yine tutamazdı kendini gülmeye başlardı´ diye geçirirken, gözüne duvarda yapışık kalan ağzı ilişmiş. Ağız duvarda kahkahalarla gülüyormuş.
Kadının kendisine hayretle baktığını görünce..,"Neden kızıyorsun, hayret ediyorsun." demiş.
"Allah beni gülünecek yer de gülmek için, ağlanacak yerde ağlamak için yarattı ve verdi sana. Ben de hem acı ile inlerim, hem de gülerim."

Yaşam ucu bucağı görünmeyen bir sofra.
Kendimiz pişirir, kendimiz yeriz.
Gönül ister belki hep tadına vardığı yemeği kaşıklamak.
El dinlemez, ağız yemez. Zaten her gün baklava börek yenmez.
Oyunbaz kader ne koyarsa pencereye, ondan en lezzetli yemeği yapıp koymak lazım tencereye...