bir noktadan sonsuz sayıda doğru geçer: Orda Bir Köy Var Uzak'ta

Perşembe, Mart 20

Orda Bir Köy Var Uzak'ta



Tesadüfen karşılaştığım satıcı ile uzun yıllar önceye gittim, bir anda çocukluktan hafızama tab ettiğim görüntüler canlandı. Çocukluğumda her çocuğun bir de 'köy'ü vardı. Öyle 'gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür' ezgisindeki gibi değil üstelik, bayramlarda, düğünlerde, cenazelerde, yaz aylarında mutlaka giderdik.


1925'li yıllarda Lozan Antlaşma'sının ek protokolleri ile Balkanlarda yaşanan müdabelenin mübadillerinin yerleşip, yaşadığı köylerden bir köy idi,,,annemin köyü. Ençok türkçenin az kullanımından sıkıntı duyardık, yalvar yakar annanemize, dayılarımıza, yengelerimize 'ne olur türkçe konuşun' diye yalvarırdık. Onlar da illa bize kendi dillerini öğretmeyi görev edinmişçesine habire ders verirlerdi.

Müdabele seferinde yanlarında yüklerinden gayrı, dillerini, kıfayetlerini, geleneklerini, türkülerini, yemeklerini de getirmişlerdi. Tüm bunlarla ve daha niceleri ile günlük yaşamımızda hiç karşılaşamadığımızdan, köye gitmek bizim için büyük serüvendi.



Köyümde evlerde ilkin çeşme yoktu. Köyün kadınlarının ama en çok da kızlarının sabah, akşam rutin işlerinden biri idi, su taşımak. Pırıl pırıl bakırlar omuzlarda bakraç adını verdikleri özel sopalara çifter çifter asılırdı. Özenirdik.., sanırım bakraçlar da ağaçlardan boy boy yontulurdu ki, bize kısa olanlarından bulurlar, küçük küçük de bakır kapları ucunu asarlardı, boş iken sorunumuz olmazdı, kurum kurum kurularak omuzumuzda bakraçlar, bakraçların ucunda sallanan bakır kaplar biz de onlarla birlikte çeşmenin yolunu tutardık. Ancak, çeşmeden suyu doldurduktan sonrası tam bir fiyasko idi, bakraçı omzumuza ortalamayı beceremezdik, birkaç kere suyu dökerdik, hadi becerdik diyelim iki adım atamadan yürüyüşümüzdeki sallantıdan kaplar bir o yana bir bu yana uçuşur, üstümüz başımız su içinde kalırdı. En sonunda bakırları elde taşırdık ya, omuzda taşıyan köyün kızları kuş gibi adımlar atar iken, biz soluk soluğa kalırdık.

Çeşmede doldurulan bakırların bir kısmı sundurmada büyük kazana boşaltılır, çamaşır, bulaşık, hamam için kullanılır, bir kısmı da sıra sıra özel yerlerine asılırdı. Üstlerine de örtü örtülür ve sadece içmek için, yemeklere katmak için kullanılırdı. Su dolu bakırların dizilip asılması için mutfakda bir duvarda özel bir yer yapılmıştı, duvarın bir ucundan diğerine de yüksekçe bir ip gerili idi, burada da boy boy sarı ve turuncu arası susaklar asılı idi...Su içmek için işte bu susaklar kullanılırdı.
Susaklar; su kabağı'nın toplamıp bir tarafının kesilerek içinin boşaltılmasından sonra kurutulması ile temin edilirdi ve o yıllarda bardak vazifesinden başka, bakliyat, un gibi kuru gıdaların da kullanımında işe yarardı. Kazan kazan kaynatılan düğün yemekleri tabaklara susaklarla dağıtılırdı.

Hala uzun yıllar öncesinden buram buram duyumsadığım hoş bir kokusu olurdu susakların. Suyu kana kana içerken, bu rahiya da eşlik ederdi.

Su kabakları ile bugün bir kez daha karşılaştım, üzeri desen desen boyalı (hatta bugs bunny resimlisi dahi var) susaklar, içlerine küçük ampul yerleştirilmiş çok da güzel dizayn edilmiş lambalar satan bir satıcı sayesinde...

Hiç yorum yok: