bir noktadan sonsuz sayıda doğru geçer: 05/01/2008 - 06/01/2008

Pazar, Mayıs 25

İnsan haklarında küresel geriye gidiş

Susanna Zetterberg, 18 Nisan 2008 tarihinde, arkadaşlarıyla eğlendikten sonra, gece 4 :30 sıralarında Montmartre’daki evine dönmek için, yalnız olarak bir taksiye biner. Bir saat sonra cesedi Paris’in biraz dışındaki Chantilly ormanında bulunur. Taksi korsan, taksici daha önce tecavüz ve kanunsuz olarak taksicilik mesleğini icra etmek suçlarından mahkum edilmiş bir eski hükümlüdür. Kurbanının kredi kartıyla saat 6:00 sularında alışveriş yapar ve banka kamerasındaki görüntüden eski hükümlü Bruno Cholet tespit edilir, yakalanır.

7- 14 Mayis 2008 tarihli Paris-Match dergisinde İsveçli bir genç kızın, Paris’in hayat tarzı içerisinde, akılalmaz bir cinayete kurban gitmesi bu şekilde haber oldu. Bu haber, benzerleri arasından sıyrılıp, Sarkozy Hükümetinin adalet konusunda yapmış oldugu değişiklerin haklı oldugunu göstermek için kullanılmaya başlandı.

25 Subat 2008 tarihinde kanunlaşmış « güvenlik sebebiyle tutuklama» ve 10 Ağustos 2007 tarihinde yürürlüğe girmiş « suçta tekerrürle savaş » kanunları, daha kanun olmadan insan hakları örgütleri, akademisyenler, muhalefet partisi ve gençler tarafından çok eleştirilmişti. Geri adım atmaz tavrıyla, Adalet Bakanı Rachida Dati’nin ismi (üstte), fransızların sinizmi ile türlü türlü şekillere sokuldu.

Kendini insan haklarının savunucusu olarak nitelendiren Fransa’da, bu yasaların yürürlükte ve oldukları yerde kalmaları için, yaşanmış korkunç dramların boy boy gazetelerde yayınlanması, hükümetin ısrar etmesindeki haklı gururu da içinde barındırıyor.

Sarkozy hükümeti başa geldiginden beri, geleneklerine dokunulmasından hiç haz etmeyen fransız toplumunda, sansasyonel sayılabilecek köklü degişiklikler yapmaya çalışıyor. Bunların bazılarını, çıkan hiçbir sese aldırış etmeksizin yürürlüge koyup kendi çapında « başarılara » imza atarken, digerlerini bir daha adını dahi anmamak üzere rafa kaldırıyor. Türkiye’deki, halkın tepkisini çeken, ama bir taraftan da yapılması gerekli değişiklikler konusunda, zaman geçirip, « sular durulunca yasa geçirmek » geleneğinin dışında bir davranış sergiliyor. Birçok sebeple eleştiriye maruz kalan bu dönem fransız hükümeti, yapmayı kafasına koydugu degişiklikleri halkıyla neredeyse dövüşe dövüşe yapıyor, yapmamaya karar verdiklerini de yeniden halkın önüne çıkartmayıp, -işine geldiginde- « Sizi duydum » diyor.

Peki bu yasalar neyi düzenliyor ?

Suçta tekkerrürle savaş kanunu çok genel esaslarıyla, tekerrürle hüküm giymiş kişilerin sosyal ve hukuki bir takibe alınmalarını öngörüyor. Cezaları sırasında bu eğitimi kabul etmeyen hükümlüler, ne bir ceza indiriminden, ne de bir şartlı salıvermeden yararlanabiliyorlar. Cezasını bitirmiş hükümlünün özgürlüğüne karar veren infaz hakimi, mahkeme istemi dışında dahi olsa, söz konusu hükümlünün hapiste geçirdigi zaman içerisinde “tedavi olup olmadığına”/“iyileşip iyileşmedigine” dair bir araştırma istemeyi kendi inisyatifinde tutuyor.
Güvenlik sebebiyle tutukluluk yasası belli başlı suçlardan yargılanan kişiler için uygulanıyor. Küçüklere karşı işlenmiş suçlar, adam öldürme olayları, barbarlık eylemleri, tecavüz, adam kaçırma ve 15 sene ve daha fazla hapis cezasina mahkum olmuş kişilere uygulanacak bu kanun, ilk üzerinde durdugumuz kanundan çok daha fazla eleştiriye maruz kaldı. Kanuna göre, yukarıda sayılan suçlardan mahkum olanlar, cezalarının sonunda, mahkeme kararı ile, bir « tehlikelilik testine » sokulacaklar. Bu testin sonucunda « tehlikeli » addedilen kişiler, özgürlüklerine kavuşacak fakat yükümlülükleri devam edecek. Ne kadar oldugu kanunda öngörülmemiş bir süre için egitim görecek ve bir elektronik bilezik takacaklar. Bu yükümlülükleri yerine getirmedikleri takdirde, bir rehabilitasyon merkezine bir seneliğine kapatılacaklar. Bir sene sonunda yeniden test yapılacak ve ya artık « tehlikeli » olup olmadıklarına karar verilecek ya da “tehlikeli” bulunup yeniden bu merkeze kapatılacaklar. Bu eğitimler ve iyileştirme calışmaları içerisinde cinsel suçlular için, libidonun azaltılması amacıyla, tedavi altındaki –aslen cezasını çekmiş- hükümlünün vücuduna ilaç enjekte edilmesi dahi öngörülmüş.

Bu yasaların en anlaşılmaz tarafı « tehlikelilik » halinde kapatılma kararının kaç kez tekrar edilebilecegine dair birşey öngörülmemiş olması. Uluslararası hukukta üzerinde consensus saglanmış kavramlar zaten az iken, bu yasalarla bu consensusun tamamen dışında davranıldıgı göze carpıyor. Bugün Avrupa Birligi içerisinde Almanya’da da bulunan bu sistem, Fransa’da « toplumu korumak » mottosu ile pazarlanmaya çalışılıyor. Suçlularından onları rehabilite ediyormuş gibi yapan bir tavırla, kurtulmaya çalışan Fransa, diger Avrupa Birliği devletlerinin de bu konu üzerinde önemle durması için, Temmuz 2008-Aralık 2008 döneminde Avrupa Birliği başkanlığı süresi için öncelikleri arasına bu konuyu almış bile. Özellikle « adam kaçırma acil planı » olarak adlandırılan acil eylem planı Fransa’nın AB başkanlıgı döneminde gündemde ve tüm AB üye devletleri bu konuyu tartışacak.

Fransa’da hükümetin sahte bir hassasiyetle üzerinde durdugu konuların arkasında devamlı bir dramatik hikaye olması ilginç. Adam kaçırma konusundaki hassasiyet altı senedir Kolombiya’da FARC’ın elinde olan Ingrid Bethancourt’u; küçüklere işlenen suçlardaki hassasiyet, Avrupa genelinde her meydana geldiginde nefretle kınanan pedofil ve ensest olaylarını; tecavüz olaylarındaki hassasiyet, Susanna gibi birçok kurban kadının durumunu; halkın her kesiminde infiyale sebep olacak adam öldürme ve barbarlık eylemleri suçlarının işlenmesi konusundaki hassasiyet ise, hergün duyulan trajik olayları hatırlatıyor. Bir anlamda Fransa yaşadıklarından ders alıyor ve kanunlarla suçlulugu azaltmaya ve toplumunu korumaya calışıyor gibi görünebilir. Bu suçlarla mücadele kuşkusuz onurlu bir davranış. Fakat acaba mücadele yolunun, insan haklarının temel prensipleri içerisinde olması gerekmez mi? Bu kanunların savunucularının, ceza almış ve cezasını çekmiş kişinin, sadece hapiste kalarak sebep oldugu acıyı ödeyemeyeceğine dair inançları ve hatta insan haklarının “herhangi bir din gibi inanip inanmamakta özgür olundugunu” açıklamaları endişe verici degil mi? Bu cesaretli açıklamalar aslında, her türlü temel hak ve özgürlük tartışmasında söz sahibi olan Fransa’nın içindeki mentalite degişiminin örneklerini teşkil etmekte.

Günümüzde her toplumda görülen kavram karmaşasından payını ziyadesiyle almış ve almakta olan Fransa, trajik olayları kullanarak insan hakları ögretisini çarpıtmaya, kendi toplumunu korumak kandırmacasıyla hareket alanını genişletmeye ve kendisine yandaş aramaya başkanlıgı sırasında da devam edecek.

Belki bu tespitte geç bile kaldik: Halihazırda altı Avrupa Birliği ülkesi birbirlerinin sabıka dosyalarına ulaşabilmekteler. Hakimler yargıladıkları kişilerin başka bir Avrupa Birliği ülkesinde daha önce suç işleyip işlemedikleri bilgisine zaten sahipler...

Aslıhan Öztezel

www.yenisoz.net

Ali Ayşe’yi sevmiyor.

Bu ülkenin erkeği kadınını sevmiyor.
Bu ülkenin erkeği, kadınına tecavüz etmeyi, onu dövmeyi, aşağılamayı seviyor.
Onun kıçını başını örtüp, ‘başını bağlayıp’ eve kapatmak, doğurtmak, sokaklarda meydan dayağı atıp sindirmek istiyor.
Görünmez olsun, yok olsun istiyor!

İnsan insanı anlamaya, tanımaya çalışarak büyüyor.
“Yaşadığın yer burası. İnsanı da bu. Nedir? Nasıldır? Niyedir?” diye diye gelmiş miyim 30’lu yaşıma? Gelmişim.
“Ne anladın?” Lafı dolandıracak halim de kalmamış, vaktim de: Sapkın ve ikiyüzlü bir millet miyiz biz?

Eğer bu topraklarda kadının sevildiği, adam yerine konduğu (ne? adam mı?!) bir zaman var idiyse de, bu ben doğmadan çok, gercekten çok uzun zaman önceydi herhalde.
Büyüdüğüm bu ülkede kadının gelip gelebileceği güya en yüksek mertebe anneliktir.
Ama bütün Türk erkeklerinin koşulsuz saygı duydukları anaları, kavgada ettikleri en acayip, en ağır küfürlerin baş kahramanıdır. Anasına bacısına laf edeni çok fena yapar Türk erkeği haa!
Ama psikopat koca evinden hallice baba evine dönmek isteyen bacısı ‘bozuk mal’dır aynı zamanda, kezzapla silinmesi, bir şekilde yok edilmesi gereken ‘kara leke’dir…
Beyaz gelinlik, önünde secde edilesi masumiyetidir kadının; ama beyaz gelinlikli barış elçisi Pippa ‘aranan, kaşınan,yollu’ GAVUR kadındır bu topraklarda! Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin, hanginiz Pippa’nın gelişini okuduğunuzda ya da seyrettiğinizde, bu topraklardan sağ salim geçip gidebileceğini düşündünüz? Daha gazetede okur okumaz kötü bir his yerleşmişti içime, içten içe biliyordum iyi bitmeyeceğini hikayenin. Hepimiz biliyorduk!
Hala utanıp sıkılmadan “Her yerde var sapık kötü adamlar” diyebiliyor musunuz? Her yerde var evet, ama burda biraz daha mı fazla sanki???
Sanki artık daha mı kolay sokak ortasında kadın dövmek? “Kadına el kalkmaz” inceliği ne ara ve nereye kayboldu?

Kaç kız çocuğu ‘Dikkat et, çekiverirler bir kenara, beceriverirler’ korkusuyla büyütülmemiştir bu ülkede? Kaç kız arkadaşında yatıya gönderilmiştir gönül rahatlığıyla, “mazallah sapık çıkar babası abisi falan; belli mi olur?”
En nihayetinde, kendi kızına/kızkardeşine, amca/teyze/komsu kızına, hatta bebeğine tecavüz EDEBİLECEK işkence edeBİLECEK, yahu otlaktaki hayvanıyla ‘milli’ olaBİLECEK adamların yaşadığı bir ülke değil midir burası?

Issız bir sokakta arkadan gelen ayak seslerini duyduğunda, cüzdanı telefonu kaptırmak değildir kadınların içine düşen ilk korku.

Kendi orta çağını yaşayan Ortadoğu’da bile kadına yönelik şiddet oranı en yüksek Türkiye’de!
Hala bilmeyen varsa: Her üç kadından biri şiddet görüyor bu ülkede!
Bu rakamlar elbette, sadece rapor edilen vakalar; edilmeyenler???
Aile içi tecavüz, taciz, dayak, her çesidinden şiddet oranı fezaya ulaşmış.
Türkler, nihayet ve resmen, fezadayız yani!

Ali Ayşe’yi sevmiyor. Ali Ayşe’den nefret ediyor.
Onu aşağılamayı, ezmeyi, ezikliğiyle alay etmeyi seviyor.
Döve döve görünmez olsun, yok olsun istiyor.
İyi geliyor bu ona, daha bi erkek oluyor, anlarsınız ya!!!!
www.yenisoz.net
Aylin Asım

Salı, Mayıs 13

İntersexuel



Intersexion...
Bu temanın insanı da intersexuel oluyor herhalde...
İçinde sex mex geçiyor, inter falan, siz şimdi bunu uluslarası seks falan zannetiniz değil mi?
Hayır. Hiç alakası yok.
Intersexuel...
Yani ne erkek, ne kadın...
Belki de biraz erkek, biraz kadın...
Veya erkek gibi kadın, karı pardon kadın gibi erkek...
Hepsi olur.
Ama kesinlikle tam kadın ya da tam erkek değil. Geylik veya lezlikle de alakası yok.
E zaten böyle olmadık mı? Olduuuk...
Ortalık intersexuel kaynıyor...
Ne diyor?
“Yeni bir cinsiyet harmanı” diyor
“Erkekle kadın rollerinin kesişmesi” diyor.
Kesişmiyor mu?
Danalar, kadın gibi olmadılar mı?
Kız tavlamayı bile bilmiyorlar. Reddedilmeyi onurlarına yediremiyorlar falan. Kadınlardan bekliyorlar.
Kadınlar da bunların uyuzluklarından sıkıldı tabii, işi ele alıyorlar.
Al sana cinsiyet harmanı...
Erkekler aile sorumluluğunu tek başına üstlenmekten, çocukların sorumluluğundan sıkılmadılar mı?
Kadınlar para kazanınca adamları boşamıyor mu?
Al, bir harman daha...
Erkek gibi “ayrılalım” diyemiyor, kız gibi telefonlara çıkmıyor...
Kadınlar da, “Bir daha arayayım, ne kaybederim?” diyor...
Roller değişiyor... Küsenleri bile var.
Kazık kadar adam küsüyor...
Ne kadınlar var, küsemiyor...
Roller kesişiyor da, şöyle bir karışıklık var; biz isteyince kadın, isteyince erkek oluyoruz...
İşimize hangisi gelirse...
Mesela kadın (erkek gibi) adamı tavlıyor, o dakka yatıyor, sonra da (kız gibi) telefon bekliyor.
Adam da (kız gibi) tavlanıyor, sonra da (erkek gibi) ertesi gün aramıyor...
Al, bu da rollerin çekişmesi...

Gösteri Toplumu


Guy Debord “Gösteri bir imajlar toplamı değil, kişiler arasında var olan ve imajların dolayımından geçen bir toplumsal ilşkidir” diye yazar GÖSTERİ TOPLUMU’nda.
İnsanın kendi eline verilmiş gibi görünen hayat, özgürlük yanılsamasıyla insanı var olan dünyayı kendi rızasıyla kabul etme noktasına getirir böylece.
Hayatın kendi elinde olduğuna inanan insan tam bu noktada çoktan elinden alınmış hayatın hem kahramanı hem de kurbanıdır.
Gösteri burada elden çıkmış hayatı dolaylayarak insana iade ederken aynı zamanda da ona hayatın kendi elinde olduğu yanılsamasını verir.

Böylece var olan biçim itirazsız, olduğu gibi kabul edilir ki aslında kabul edilen gösteri toplumu’dur. Çünkü hayat, çoktan bir gösteri olarak temsile dönüştürüldüğü için zaten ortada hayat diye bir şey yoktur. İmajların dolayımından geçen ilişkiler de bir temsil olarak bir zamanlar dolaysızca yaşanan ilişkilerden uzak, temsili ilişkilerdir.
Aşkın imajı aşkın yerini almıştır. Dolayısızca yaşanan bir arkadaşlığın yerine arkadaşlık imajının kurguladığı ‘gösteri arkadaşlıklar’la yerimizi alırız gösteri dünyasında.

Dünyanın şiirden, adaletten, asaletten, kahramanlardan daha çok hakikate ihtiyacı var.
Akmaya, pervasızca yaşamaya, boşalmaya; “Yukarıda olanlar ‘asansörü’ denetim altında tuttukları için iniş-çıkışları ayarlayarak ve bundan daha önemlisi ‘asansörün’ varlığını ayakta tutarak toplumsal denetimi sağlıyorlar.
'Asansörün’ varlığına iman etmiş insanların bu anlamda yapacakları fazla bir şey yok; Bataille’nin söylediği gibi “faydacılık kurmacasının mahkumları” bir gün ‘asansörle’ yukarıya çıkabileceklerine inandıkları için, efendilerin bu vaadiyle kendilerine sunulan aşağılanmaya karşılık vermezler.
Böylece karşılığı verilmeyecek olan aşağılanma sürer gider.

İnsan eğer gücünün esirgiyorsa, yapabilecekleri varken yapmıyorsa, yapmaktan bir yollu korkuyorsa, ihmal ediyorsa, birtakım hesaplar yaparak kendini sakınıyorsa, harcarken pervasızca davranamıyorsa, biriktiriyorsa; “faydacılık kurmacasının mahkumudur.”
Kullanım değeri için kendilerini üretime adayan,
gelecekteki güzel günler için şimdilik sessiz kalan sözde muhalifler, devrimciler, hepsi…
Bu doğrultuda bir yanda aşağılama sürüp giderken bir yanda hayat sürekli ertelenir.
“Bu”, der Bataille “cömert, sefih ve aşırı olan her şeyin yok olması ve yerine evrensel bir vasatlığın geçmesidir."

Ortada mükemmel işleyen, her şeyin her an daha iyiye doğru gittiği düşünülen, piyasanın her haltı yediği bir yaşam var…

Her şeyin en ince ayrıntısına kadar tarif edildiği, yürümekten tutun da sevişmeye kadar her şeyin imaj bolluğu içinde içeriksizleştirildiği…

Zaten imajın içeriği yoktur.

Modern refah toplumu insanın üzerini ölü toprağıyla örtmüş gibi çıt çıkmaz.
Sessiz bir makine çalışmaktadır sanki. Arada bir orda burada çıkan gıcırtılar ise makinenin işbirlikçi uzmanları tarafından anında giderilir.
Sorun yoktur.
Karşı olsanız bile makinenin dışında nasıl bir yaşam olduğunu hayal bile edemediğiniz için ses çıkarmazsınız.
Verdiğiniz her şeyin karşılığını ancak bu saha içinde kalarak alacağınızı umduğunuz için akıllı uslu bir tüketici olarak kalmaktır en iyisi.
Günün birinde yukarıya çıkmayı bekleyerek her türlü aşağılanmaya katlanırsınız.
Uyum sağlamak buysa biz hakikaten ölmeyi yeğleriz.

Yerel düzeyde oluşan ‘kuantum boşlukta’ bir anlığına bile olsa eskinin işaretleri işe yarayamayacaktır.
Eski biçimden ayrışan enerji/imge parçacıkları oraya buraya sıçrar.
Diğer bir deyişle oluşan ‘kuantum boşluk’ kaotiktir.
Ayrışan parçacıkları eski biçimlerinde tutmaya çalışan otorite, yani ‘toplumsal kod’ tam bu noktada panikleyecektir.
Çünkü boşluk, ayrışan parçacıklara istedikleri gibi hareket etme imkan ve kabiliyeti verir.
Dil, bu boşluk içinde hızla eskidiği için söyledikleri gürültünün içinde kaybolup gider.
Şimdi, şu an yeni bir durumdur ve bu yeni durum yeni bir dil, yeni bir biçim isteyerek kendini belli eder.
Ancak o zaman kaotik olarak oraya buraya dağılan parçacıklar yeni bir biçim için bir araya gelecektir.
Nicelin nitele dönüşmesi için kuantum sıçrama…
Feshedilmesi gereken şey için…
Ortada devrimi ima eden bir şey olmasa bile gürültünün içinden kırık dökük bir cümle çıkabilir. En azından “toplumsal bağlayıcı etkenlerin tersine dönüşebileceğini” ima eden bir cümle…
O kırık dökük cümle gürültü bastırılıncaya kadar bize bir şeyler söylemeye devam edecektir: Şimdi, şu an hakikaten bir şeyler oluyor ve biz bunun olduğunun bilincine vardığımızda bu olanlar hakikaten olmuş olacak.

Söylenmemiş sözlerden,
susturulmuş isteklerden,
gerçekleştirebilsek nasıl olurdu bilemeyeceğimiz arzulardan oluşmuş bir hikaye aslında bu.

Yapılar dikildikçe ilerleyip geliştiğimizi düşünüyoruz yapısal olan her şeyin aslında ilişkisizliğin kaynağı olduğunu bilmeden.
İlerliyormuşuz gibi görünen bir yolda sona yaklaştığımızda ellerimizi bomboş görünce yaşanmamış bir yaşamın ağırlığıyla çöküp kalıyoruz.
O kadar borçluyuz ki yaşama…
Tatmin olmamış, yaşam tomurcukları hiç açmamış yaşamlar….
Artık miadını doldurmuş bir biçim bu ve bu biçimin yeni bir içeriği kabul etmeyeceği/edemeyeceği kesin.
Bu hikaye bitecek!..
Bu hikayenin bittiğini göreceğiz.
Hikaye elini yaşamın yakasından çektiğinde yeryüzü rahatlayacak.
Yeni bir “şen bilgi” olarak herkesin bir hikayesi olmasına rağmen hiçbir kimsenin hakikatinin olmadığını söylüyoruz.
Karşılıksız çıkan vaatler bir an’da insanı hakikatle baş başa bırakır, içimizde bir öfkeyle kalırız, yaşam geçip gitmiştir.
Öyledir, zaman öyle bir akar ki eğer siz de akmıyorsanız, akmadıysanız ölü olarak geçirdiğiniz yaşamın acısıyla ne yapsanız fayda etmez.
Siz geçmiyorsanız, duruyorsanız zaman geçer ve zaman geçtiğinden dolayı geçtiğinizi düşünürsünüz, yani fon hareketlidir, siz duruyorsunuzdur.
Bu yüzden zaman geçtikçe siz geçmediğiniz için geçememenin sıkıntısıyla pişmanlık duyarsınız. Akıp gidenin zamanı yakalamak gibi bir sorunu yoktur, çünkü insanın dışında, ondan bağımsız bir zaman yoktur ve varolan budur. Yalnızca varolan bir nabız gibi atar.

Bütün mesele ‘varolmak ya da varolmamak’tır.
Modern zamanlarda insanın en büyük sorunu varolmamasıdır.
Hakikaten olmayan bir şey olmuştur insan ve bu yüzden varolmayışın acısını yaşar içten içe.
Bu anlamda varoluşu engellenip durdurulmuş insanın hikayesidir tarih.
Uluer Aydoğdu

Cumartesi, Mayıs 3

Ahlaksızlığa toplumsal hoşgörü TRAVMASI



Ben, bir erkeğin kendisine emanet edilen kadın mahremiyetini hayatı pahasına koruması gerektiğine inanan kuşaktanım.
Bizim kuşak, cinayetten yargılanırken geceyi birlikte geçirdiği kadının adını vermemek için cinayet saatinde nerede olduğunu açıklamayan ve idama razı olan erkeklerin hikayelerini anlatan kitaplarla, filmlerle büyüdü.
Kadının mahremiyeti bizim için kutsaldır.
O mahremiyete ihanet eden bir erkekten daha aşağılık biri olamaz bizim kuşağın gözünde.
Bu ölçünün, bir toplumu sağlam tutan değerlerden biri olduğuna da inanırım.
Bir toplumda herşey olabilir, savaşlar, ayaklanmalar, kıyımlar yaşanabilir, bunlar atlatılır, tarih yaraları sarar,
hayat kendi dengesini yeniden bulur ama erkekleri kadın mahremiyetine ihanet etmeye başlayan bir toplum bence ciddi bir çürüme işareti veriyor demektir. Kolay kolay iyileşmez.
Son yıllarda birlikte oldukları kadınların resimlerini ya da filmlerini çekip bunları yayan erkekler çoğalmaya başladı.
“Bir iki aşağılık adam” deyip geçebilirsiniz.
Ama bence öyle kolayından üstünden atlanıp geçilecek bir olay değil bu.
Temel soru şudur:
Bu adamlar, böylesine rezilce bir iş yaparken nasıl oluyor da toplumun tepkisinden çekinmiyorlar?
Aforoz edilmekten, ayıplanmaktan, isimlerini lekelemekten, ailelerini utandırmaktan korkmuyorlar?
Toplumun pek de sert bir tepki göstermeyeceğine güveniyorlar herhalde.
Bunda da haklılar.
Daha önce seviştikleri kadınların resimlerini, filmlerini yayınlayanlar ne oldu?
“Bu adamlar ahlaksızdır” damgası toplumun vicdanında bu insanların alnına vuruldu mu?
Sadece o adamların değil, o adamlara selam verenlerin bile bu ahlaksızlığı paylaştığı inancı kabul gördü mü?
Yoksa toplum, mahremiyeti ihanete uğramış kadınların resimlerini görebilmek için mi hareketlendi?
Mahremiyet hainini ortak hayatımızın dışına mı attık?

Yoksa suçuna ortak mı olduk?
Böyle insanları reddedecek bir reflekse sahip olmayan toplumların vicdanlarında bir zayıflık, ahlaklarında bir çürümüşlük başlamış demektir.
Ve, bence bir toplum için en tehlikeli şey böyle bir çürümedir.
Bir toplumu toplum yapan onun bayrağı, sınırı, toprağı değildir bence, onu toplum yapan ortak ve tartışılmaz vicdani ölçüleridir.
Bu ölçüler hukuk ve devlet tarafından korunmaz, bu ölçüleri koruyanlar o toplumun edebiyatı, yazısı, hikayesi, efsanesi, masalıdır. Yazılı olmayan yasalarıdır.
Ne oldu bizim efsanelerimize, hikayelerimize, masallarımıza, yazılı olmayan yasalarımıza?
Neden kadınların mahremiyetine ihanet edenler bu kadar rahat davranabiliyorlar?
Niye iğrenti dolu bakışlarla karşılaşacaklarından çekinmiyorlar?
Bir değil, iki değil, üç değil...
Bu tuhaf erkeklerin sayısı artıyor.
Tam neresinden olduğunu bilmiyorum ama toplum bir yerinden çürüyor.
Çocuklarımıza yanlış masallar anlatıyoruz belki.
Belki ortak ölçülerimizi, vicdani değerlerimizi yeterince iyi öğretmiyoruz.
Belki de gizli bir çürüme, yaralarla kendini gösteren bir tür kanser gibi kendini bu adamların varlığıyla gösteriyor.
Bir kadının mahremiyetine ihanet eden her şeye ihanet edeceğine inanırım ben.
Böyle adamları arasında barındıran toplumların da çürüdüğünü düşünürüm.
Bu adamların varlığı beni korkutuyor.
Ortak vicdanımızı ve ölçülerimizi kayıp mı ettik diye endişeleniyorum.
Vicdanını ve ölçülerini kaybeden bir toplum herşeyini kaybeder çünkü.
Ahmet Altan