bir noktadan sonsuz sayıda doğru geçer: 01/01/2008 - 02/01/2008

Perşembe, Ocak 31

Atatürk/Latife Hanım

Seda Şennik imzalı bir röportaj...
'Latife Hanım'ın Kağıtları' adlı araştırma/derleme kitabının yazarı Fatih Bayhan'ın cevaplarının bir bölümünü bloğuma taşıyorum,
Ki,
butterflyeyess da Mustafa Kemal Atatürk 'Liderlik', 'Devlet Adamlığı', 'Askeri Deha'sı' gibi toplumsal temalardan biraz daha uzak,,,önplana fazla çıkarılmamış ama çeşitli kaynaklarda az da olsa işlenmiş öznel/insani/duygusal anetdotlarına yer vereceğim.
Röportaj'dan alıntılar....,
Latife Hanım ve Atatürk ilişkisinde en kilit diyebileceğimiz noktaları nasıl sıralarsınız? Başlıklar halinde?
Bu evlilikte aşk var mıydı diye girmek lazım... Bu evliliğin en kilit noktası aşk olup olmadığı... Çünkü çok tartışmalı... Latife Hanım mı çok seviyor? Atatürk mü çok seviyor? İkisi mi seviyor?
Ya da Babası, Latife Hanım'ın Muammer Bey çok önemli bir tüccar ve o ilişkiyi çok destekliyor. Bu da evlilik sebebi olabilir mi?
Aslında önce desteklemiyor... Kararı Latife Hanım'a bırakıyorlar. Bakın çok demokratik ve entelektüel bir aile. Gerçekten bugün bile aile fertleriyle görüştüğünüz zaman o asalet onların ifadelerine, kültürlerine, giyimlerine yansımış durumda... O dönemde de bile bu asalet var. Varlıklı, kültürlü bir aile… Evde Latife Hanım'ın 8-9 yabancı dil bildiğini düşünün. Fransız Edebiyatını, İngiliz Edebiyatını, Rus Edebiyatını… Mesela Atatürk'le ayrıldıktan sonra, Rusça öğrenmeye ve Rus Edebiyatına başladı. Bu evde yetişen çocukların tümü entelektüel değeri çok yüksek çocuklar.
Tam anlamıyla netleştirmek için soruyorum. Bu ilişki nerede ve nasıl başladı?
Bu ilişki İzmir'de başlıyor. Atatürk 10 Eylül'de İzmir'e Vali Konağına geliyor. Büyük mahşeri bir gün herkesin gözlerinde ışıltı var. Türk bayrağı dalgalanıyor ve göklere çekilmiş. Halk merak ve bekleyiş içerisinde. Ama en önemli hadise Atatürk'ün nerede konaklayacağı. Salih Bozok bir gün önceden gelmiş.Atatürk'ün konaklaması için Vali Bey ile birlikte bir yer hazırlıyorlar. Atatürk orada bir gün kalıyor. Fakat şehrin gürültüsü yanlarından akan denizin kokusu çok rahatsız ediyor. Bunun üzerine başka bir yere bakın diyor. Salih Bozok arayıştayken Latife Hanım çok gariptir. Atatürk'ün kaldığı yere girmek istiyor. Atatürk'ü davet etmek istiyor. Bir türlü içeri almıyorlar bunun üzerine o kapıdaki erlerin bir anlık dalgınlığından faydalanıp Atatürk'ün odasına giriyor. Atatürk şaşırıyor karşısında genç bir kız çarşafıyla "Paşam!" diyor elini öpüyor. "Ben Uşakizadeler'in kızı Latife sizi konağımızda misafir etmek şerefini bizden esirgemeyin. Şehir sizi rahatsız edebilir. Bizim konağımız daha rahat" diyor ve Atatürk'ü davet ediyor.İzmir işgal edildiğinde Latife Hanım ailesiyle birlikte Paris'e gitmişti. Latife Hanım Türkiye'deki gelişmeleri gazete okuyarak takip ediyordu. Gazetede Mustafa Kemal Atatürk'ün resmini görüyor. İşte Türkiye'den haberler meclis kurulmuş yeni bir parlamento var. Latife Hanım o resmi kesiyor ve boynunda ki kalpli madalyonun içine koyuyor.

Hoşlanıyor ve ilgisini çekiyor. Paşa önde gidiyor zaten Atatürk adı yavaş yavaş duyuluyor. Tüm genç kızlar ona hayran o dönemde. Onu da Halide Edip'in hatıralarında öğreniyoruz. Çünkü Latife Hanım, Atatürk'ün odasına girince böyle apar topar kolyeyi de gösteriyor."Paşam biz sizi seviyoruz" diyor. Atatürk Halide Edip'le aralarında geçen bir konuşmada kahkaha atarak "Halide kızın boynunda bir kolye vardı ve o kolyenin içinde resmimi saklamıştı" diyor.Bundan çok etkilenmiş. Atatürk bu davet teklifini alıyor ve ertesi gün Salih Bozok ile birlikte konağa gidiyorlar. Konağı beğeniyorlar fakat kalmak istemiyorlar. Çünkü birkaç rivayet var ama en önemlisi bana göre Latife Hanım genç bir kız. Yanında sadece ninesi var ve birde bakıcıları var 3 kişiler. Genç bir kızın oluğu bir konakta kalmayı doğru bulmuyor.
O zaman şunu anlıyoruz. Latife Hanım önceden hoşlanıyordu ama Atatürk bu gelişen süreçte Latife Hanım'la ilgilenmeye başladı.
Bu gelişen süreçte hoşlanma var sevme var ama Atatürk'te aşk yok. Mantığa önem veriyor Atatürk. Atatürk'ün kafasında örnek bir kadın modeli var ve Latife Hanım da bu modele çok uyuyor. Öncelikle entelektüel bir kadın...
1922'nin 10 Eylül'ünde tanışıyorlar. Latife Hanım Atatürk'ü konakta 3 hafta ağırlıyor her sabah İzmir'e o dönemde gelen Yunan, Fransız gazetelerini alıyor sabahın erkenin de. Türkçeye çeviriyor. Bölümüyle ilgili yorumunu yapıyor ve her gün Atatürk'e kahvesini götürünce başına oturuyor "Paşam bugünün basın özetleri bu " diyor. Bir nevi basın danışmanlığı yapıyor...
Atatürk bundan etkileniyor tabi. Mesela İngiliz gemileri limanından ayrılmamışlar nota gönderecek İngilizce bir nota yazılması lazım yazıp getirin diyor. Atatürk okuyor yırtıyor okuyor yırtıyor. Latife Hanım'a sen yaz diyor ve onun yazdığı metni gönderiyor.
Atatürk Latife Hanım'dan ilişkileriyle ilgili hiç bir şeyin konuşulmamasını istediğini bunun içinde ona asker sözü vermesini istediğini söylüyor öyle değil mi?
Latife Hanım da kendisinden istiyor ."Peki Paşam asker sözü. Aynı hassasiyeti sizden de beklerim" diyor. Atatürk de "Peki Latife" diyor. Ve karşılıklı anlaşıyorlar. 1 yıl sonra Atatürk röportaj veriyor. Orada niye ayrıldıklarını anlatıyor.
Yani aynı hassasiyeti göstermiyor… Peki, evlilikleri sürecinde neler yaşandı ve bitmesine sebep olan etkenler nelerdi?
Evlilik sürecinde Latife Hanım'ın yüklendiği bir misyon var. Atatürk kafasında Türk kadınına bir rol buluyor ve Latife Hanım da bu role çok uygun. Onunla evlenme fikriyle İzmir'den ayrılıyor. Ankara'ya gidiyor. Daha sonra Salih Bozok 'a "Benim ağzımdan Latife Hanım'ı hoş tutacak mektuplar yaz " diyor. Hatta Latife Hanım Atatürk İzmir'den ayrılırken "Paşam beni de Ankara'ya alır mısın? Size yakın olayım tercümanlığınızı yaparım" diyor. Paşa da "Hiçbir yere ayrılma benden haber bekle " diyor. Bu söze Latife Hanım çok bağlanıyor.
Hatta aileden gelen bazı rivayetlere göre Atatürk'ün Latife Hanım'a İzmir'de kaldığı 3 hafta boyunca 3 defa evlenme teklifi ettiği söyleniyor. Ve daha sonra Atatürk Ankara'da Latife Hanım'ı çok beğeniyor. Dönüşte etrafındakilere Latife Hanım'dan bahsediyor."Latife Hanım'ı nasıl buldunuz diye tek tek soruyor. Çankaya'da Atatürk Latife Hanımdan hoşlanıyor deniliyor. Bunun üzerine öteden beri mürüvvetini göreyim diyen annesi "Sayın Paşam! Makbule evlendi seninde mürüvvetini göreyim" diyor. Rahatsızlanınca ısrarla İzmir'e gidip kızı görmek istiyor. Bu maksatla İzmir'e geliyor. Latife Hanım ile karşılaşıyor. 20- 25 gün ağırlıyor Zübeyde Hanım'ı.
Zübeyde Hanım, Latife Hanım'dan hoşlanmıyor sanırım.
Zübeyde Hanım mesela Fikriye Hanım'ında Atatürk'e karşı hisleri olduğu farkında hatta onu evden uzak tutmaya çalışıyor. Yani Zübeyde Hanım Atatürk'ün hayatında çok belirleyici. Tam bir Osmanlı kadını. Zaten Fikriye Hanım'a onay verseydi Atatürk belki de Fikriye Hanımla evlenecekti. Ama Fikriye Hanım'a onay vermedi. Zübeyde Hanım "Olmaz bu iş Salih Paşa'ya bildir " diyor. Tabi birkaç gün sonra vefat ediyor.Salih Bozok Atatürk'ün Latife Hanım ile evlenmesini istiyor. Ve Atatürk'e "Zübeyde Hanım Latife Hanım'ı beğenmiştir" diyor. Tabi burada aileden aldığım çok özel bir bilgi var. Zübeyde Hanım vefat etmeden önce Latife Hanım'dan bir söz istiyor."Bana Atatürk'ün sağlığıyla ilgileneceğine dair söz ver" diyor. Yani Latife Hanım'ın Mustafa Kemal'in içkisine yaptığı müdahaleler annesine verdiği sözden kaynaklanıyor.
Atatürk ve Latife Hanım balayına çıktıklarında belki de ilk tartışmalarını yaşıyorlar. Latife Hanım makam aracının soluna oturuyor. Paşa da bu işe çok bozuluyor. Öyle değil mi?
Adana gezisinde oluyor bu. Latife Hanım özgüveni çok yüksek bir hanımefendi. Fotoğraflara dikkatli bakarsanız Paşa'nın yanında ayak ayaküstüne atan bir hanım. Bazen erkeklerin içerisinde onun koluna giriyor. Bu tavrı eleştiri konusu da oluyor. Kadının ne işi var diyorlar.1923 -1924 yıllarının toplumunu düşünürseniz o zamana kadar hiçbir sultan trene binip Anadolu'ya açılmamış. Atatürk bu konuda da bir ilki gerçekleştiriyor. Seyahatlere hanımıyla birlikte çıkıyor. Latife Hanım'dan ayrıldıktan sonra onun boşluğunu Afet İnan, Sabiha Gökçen doldurmuştu. Mutlaka bir hanım vardı. Burada Ata'nın çok farklı niyetleri var. Gittiği vilayetlerde organizasyonlara kadınlarda katılsın istiyor o yüzden kendide mutlaka bir eşiyle katılıyor. Kadın erkek ayrımı ile ilgili kafasındaki o değişiklik oturtmaya başlamış oluyor. Adana gezisinde giderken yolda Latife Hanım çok kızgın. Çünkü yine odada tek kalmış. Ata öbür vagonda arkadaşlarıyla poker oynuyor. Adana'ya indiklerine makam aracının soluna oturtuyor. Gezileri yapıyorlar. Latife Hanım küplere binmiş vaziyette. Atatürk'e milletin yanında bir şey diyemiyor. Çünkü birkaç yerde mesela Konya durağında Kemal! diye sesleniyor. Atatürk çok rahatsız oluyor. "Bana milletin yanında ismimle hitap etme" diyor. Türk toplumunda biliyorsunuz hanımlar eşlerine isimleriyle hitap etmezler. O akşam Adana'da Suphi Paşa Konağı'nda çok ciddi bir tartışma yaşanıyor.
Tartışmalarından bahsettik, Latife Hanım'ın inatçı bir kadın olduğundan bahsettik, içkiyi söyledik. Tüm bunların dışında başka bir söylenti daha var. Latife Hanım'ın Paşa'yı kaldıramadığı, nasıl birisiyle evlendiğinin farkında olmadığı… Ben buna inanmak istemiyorum. Bu kadar kültürlü ve entelektüel bir kadın nerde nasıl davranacağını da biliyordur herhalde öyle değil mi?
Tabi bu toplumda yaygın bir eleştiri bir kanaat ama Latife Hanım'ı yakından tanıyınca bu eleştirinin aksi olduğunu görüyorsunuz. Latife Hanım, kiminle evli olduğunun farkında. Ama 1952'de kendisiyle yapılan bir mülakatta "Çocukluk ettim biraz şımartmayı bilebilseydim" sözleriyle pişmanlığını da belirtiyor. Çok zeki bir kadın Latife hanım…
Boşanmadan hemen önce sorulan bir soruya şöyle bir cevap veriyor "Kocam bensiz yaşamaya ikna edildi." Bu aslında çok büyük bir açıklama… Birçok şeyi akla getirebilecek bir ifade...
Bu mülakatı İzmir'de New York Times gazetesine veriyor. Kocam bensiz yaşamaya ikna edildi diyor. Yani yaşanan hadiselerden sonra Atatürk'e Latife Hanım ile yapamayacağı telkinleri yapılıyor. Yakın çevreden bu konuda Kılıç Ali çok suçlanır. Kılıç Ali'nin bu evliliği bitiren insan olduğu söylenir.
Açılma süresi dolmasına rağmen ailenin açmak istemediği sandukada neler var?
Sandukada Latife Hanımın tuttuğu günlükler var. 5 cilt civarında. Çok içli bir kadın… Yaşadığı mutlulukları, acıları kâğıtlara döken bir kadın…
Zaten kitabın adını da “Latife Hanımın Kâğıtları” koydum.
Yazdığı tüm mektuplar var... Mektup konusu Latife Hanım için çok enteresan bir konu. Kader çizgisinde...
Mesela, Yunan İşgalinde İzmir’e geliyor. Valiye “Valim ben inandım Mustafa Kemal ve ordusu İzmir’e gelecek “ diye bir mektup yazıyor. Bu mektup valiye ulaşacağına Yunanlı komutanların eline geçiyor. Bu sefer Latife Hanım'ı ablukaya alıyorlar.
Mektup konusu gençliğinden bu yana Latife Hanımda hep kaderini belirleyici bir etki yaratmış.
Mesela, Atatürk ile sokakta kavga ediyorlar. Ertesi gün Atatürk Latife Hanım’ı Ankara’ya gönderiyor. Kayseri’ye varmadan önce Latife Hanım yolda bir mektup kaleme alıyor. Çok içli, yaşanan tartışmalardan dolayı özür dileyen bir mektup… Bu mektubu Kayseri’de Garnizon komutanına veriyor; ”Bunu Paşaya ulaştırın” diyor. Paşa Kayseri’ye gelmeden önce mektup eline ulaşıyor. Mektubu okuyunca duygulanıyor. O keskin Mustafa Kemal gidiyor yerine yumuşamış Mustafa Kemal geliyor.
Bu mektup sayesinde yeniden birleşiyorlar. Yani mektupla Latife Hanımın kesiştiği birçok nokta oluyor.
Atatürk'ün Latife Hanım'a verdiği bir hediye var. Çok anlamlı bir hediye… Nikâhta veriyor sanırım. Değil mi?
Nikâhları kıyılıyor İzmir’de. Tabi orda çok hoş bir anı yaşanıyor. Biliyorsunuz nikâh sırasında mehir veriliyor. Atatürk’e Şeyh-ül İslam Efendi “Paşam mehir olarak ne vereceksiniz” diyor. Atatürk 10 dirhen gümüş veriyor. 10 dirhen gümüş o zamanlarda fakirlerin nikâhlarında kullanılan bir rakam çok düşük bir rakam. Kazım Karabekir şaşırıyor ”Paşam ucuza kapattınız“ diyor.
Orada savaş sırasında sürekli kendi boynunda bulunan küçük bir Kuran-ı Kerim’i var. Onu çıkarıp Latife Hanıma düğün hediyesi olarak veriyor. Onun boynuna takıyor.
Bir şey öğrendim ve çok üzüldüm. Aile mensuplarıyla birlikteydik. 2004 yılında bir hırsızlık yaşanıyor İzmir’de. Atatürk’ün Latife Hanım’a hediye ettiği Kuran-ı Kerim çalınıyor. Enteresandır sadece onu çalıyorlar.
Atatürk ben bu evliliği başaramadım demekten de geri kalmıyor.
Onu kızgınlık anında söylüyor. Kızdığımızda hepimiz bir şeyler söylüyoruz. Bende söylüyorum. Kızgınlık anında söylenenler sayılmaz. Yani o sözü Tokat'ta ki tartışmada söylüyor. Milletvekili var Vali var. Akşam yemek yiyorlar. Latife Hanım'ın derdi Atatürk 'ü fazla içmeden yukarıya çıkarmak. İki de bir "Hadi Kemal kalkalım" diyor ayağa kalkıyor.
Latife Hanım bir nevi dadılık yapıyor Paşa'ya…
Yani çok koruyucu, sahiplenici normal yani bir kadının eşi için bu tavırları normal. Latife Hanım kalkıyor. Mustafa Kemal’de ses yok. Bir süre sonra Latife Hanım kalkıp gidiyor. Yukarı çıkıyor ayaklarını vurarak. Ahşap ev olduğu için çok ciddi sesler çıkıyor. Tabi, Latife Hanım’ın yaptığı da belli… Atatürk “Salih Bozok’ a git bak bakalım hangi hizmetçi yapıyor bu terbiyesizliği“diyor.
Misafirlerine mahcup olmamak için hizmetçi yapıyor demeye getiriyor. Ama herkes biliyor tabi Latife Hanımın yaptığını. Salih Bozok çıkıyor. Bir süre sonra ayakları yorulunca kesiyor tabii. İşte orada “Orduları idare ettim ama bir kadını idare edemedim” diyor.
Biliyorsunuz Latife Hanım'ın mezarı Edirnekapı'da mezar görevlisi sadece iki kişinin ziyarete geldiğini söylüyor. Ve mezar taşında Latife Uşaki yazıyor. Atatürk'ün eski eşi olduğu belirtilmiyor. Kimse tarafından bilinmiyor. Latife Hanım'ın mezarı gizli mi tutuluyor?
Gizli tutma yok. Bakın 1970 yılında Türkiye’de çok ciddi bir kuraklık yaşandı biliyorsunuz. Kömür, yağ karneyle verildi. O dönemde Latife Hanım’ın köşkünde kömür bitiyor. Latife Hanım kömür talebinde bulunuyor. Ve Atatürk’ün eski eşi olduğuna dair bir evrak gösteriyor. Oradaki yetkili “Atatürk’ün eski eşi olduğundan bana ne“ diyor. Ve bunun üzerine Latife Hanım 1970 de köşkten ayrılıyor. Harbiye’de ki eve gidiyor. Çok önemli bir şey söylüyorum. Buna çok içerliyorlar. Bir vurdumduymazlık bir önemsememelik var. Aile bu durumdan çok muzdarip… Herkes yüz çevirince bunu kaldıramıyorlar ve İstanbul’a göç ediyor. Uşaki soyadının da ayrı bir hikâyesi var. Latife hanım, Latife Gazi Mustafa Kemal adını kullanıyor ve son yazdığı mektupta da bu ad var. Bu mektuplara hiç cevap gelmiyor. Ve Atatürk’ün Latife hanımdan özel bir ricası var. Mustafa Kemal soyadını kullanma diyor. Ailenin soyadı olan Uşaki soyadını kullanmasını istiyor. Uşaki Arapça da âşıklar anlamına gelmektedir. Çoğuldur. Ve aile de o ifadeyi kullanıyor.


If You Go Away

Patricia Kaas Jeremy Irons
LADIES AND GENTLEMEN

ağır roman

Cem Karaca- Resimdeki Gözyaşları

The Last of the Mohicans trevor jones

son mahikan

Gone with the Wind

tina arena-marc antony
I want to spend my lifetime loving you eşliğinde RÜZGAR GİBİ GEÇTİ

eye of the tiger

rocky efsanesi

fikr-i sabit düşünce depremleri

isimler ki büyülüdür
sade büyülü mü isimler
hem de büyücüdür
sanmam ki çıkmış olsun hatırından
ismini "fasl-ı hazan" koyalım
söndüğü yerde aradığını bulasın
lâkin fasl-ı hazan demek
fasl-ı hüzün demek
söndüğü yerde
sana kavuşmam gerekonun söndüğü yerdebenim tutuşmam gerek...******lakin gönül gözünle görür görünenle yetinirsen eğer
sadece tırtılı bilirsin.
çirkindir ya tırtıl, gönlünü çelmez.

görünenin ötesine geçmek istersen eğer,
aradan örtüyü kaldırıp da gönül gözü ile bakarsan,
kelebeği bulursun karşında.

güzeldir ya kelebek, gönlün ona akar. Sevdalanırsan  eğer, kelebeğe değil tırtıla sevdalanırsın.

******

hissetmemek bir meziyettir bazen;donmuş bileklerini kesemez insan.

hissetmemek bir eziyettir bazen; donmuş bileklerini kesemez insan.

******
ve kuvvetle hissediyordu
birken iki olabilenin,
iki iken sıfır olabileceğini...
*******
bilmemek, kendi gölgenden korkmana sebep olur;

bilmekse başkalarının gölgesinden.

biri içerden kuşatır seni, öteki dışardan...

*******

- ben eflatun prens'i eflatun prens olduğu için sevmiştim ama o hep başka biriymiş gibi yaptı. sen sakın bana yalan söyleme olur mu? her şey neyse o!
başımla onayladım. yalandan zerre kadar hazzetmediğini söyleyen biri, eğer bile isteye söylemiyorsa bu yalanı, eğer hakikaten inanıyorsa söylediklerine, tıpkı ayna kırmak gibi uğursuzluk getirir etrafındakilere. filmlerde gösterilen tabancaların, er ya da geç kullanılmasına benzer bu duru
m. 'bana asla yalan söyleme,' diyen biri fena halde aranıyor demektir. gene de itiraz etmek istemedim ona.

ALINTILAR/ELİF ŞAFAK

Çarşamba, Ocak 30

boney m-rasputin

Styx Boat On The RIver '82

Seni Özlemenin Kitabını Yazabilirim

Seni özlemenin
Ne demek olduğunu sor bana,
Yetmiş iki dilde anlatabilirim
Kitabını yazabilirim sayfalarca.
Yalnızlığın rezilliğini
Kokuşmuşluğunu
Ve çıplaklığını da.
Ama hiç kimse
Kavuşmanın güzelliğini
Sormasın bana / anlatamam.
Ben sana hiç kavuşmadım ki!

Bilmiyorum
Dudakların nasıldır.
Sıcak mı ateş topu kadar,
Yoksa soğuk mu
Buza kesmiş bir bardak su gibi?
Kıvrımlarına,
Kırmızı karanfiller mi tutunmuş,
Küle gizlenmiş kor mu var?
Tenime değdiğinde dudakların
Cemre mi düşer bedenime,
Mızrap değen bir saz teli gibi
Titrer mi yüreğim bilmiyorum.
Ben hiç dudaklarına dokunmadım ki!

Bir kadını sardığında kolların,
Ürkek ceylânlar
Nasıl kurtulur tuzağından?
Dolu yemiş yaprak gibi
Nasıl titrer bir yürek?
Ellerin nasıl okşar bir bedeni,
Goncalar
Nasıl güle döner sıcaklığınla / bilmiyorum.
Hiç sana sarılıp yatmadım ki!

Kısacası:
Tatmadım kavuşmayı / anlatamam.
Ama,
Seni özlemenin kitabını yazabilirim.
Anlatabilirim daldaki kuşa / topraktaki solucana.
Yokluğunda yıllardır
Özlemine dayanmayı öğrendim
Yokluğuna katlanmayı
Aşağılık avunmayı öğrendim nasılsa
Ustası oldum beklemenin
Tükenmek pahasına.

Ama hiç kimse / kavuşmayı,
İki derenin birbirine karışıp
Sarmaş dolaş aktığı yatağın yorgunluğunu
Sormasın bana ,anlatamam.
Çünkü seninle ben,
Ayrı kaynaktan doğmuş
Sularında hasretleri taşıyan
Başka denizlere koşan iki ırmağız.
Birbirimize uzak topraklarda tüketirken yılları
Aynamızda ayrı gökleri yansıtırız.
İşte onun için
İki dere nasıl karışır birbirine
Nasıl sığar iki nehir bir yatağa /bilmiyorum.
Seninle
Hiç aynı yatakta coşmadım ki!

Sen bana /yalnızca
Ve sadece
Kahpe sensizliği sor
Rezil beklemeyi , özlemeyi sor.
Tanrı şahidimdir
Kurda kuşa
Dağa taşa bile anlatabilirim.
Demem o ki uzaktaki yakınım:
Vuslatlara yabancıyım,
Ama,
Seni özlemenin kitabını yazabilirim.



kamuran esen

Cuma, Ocak 25

Arizona dream

El Tango De Roxanne Opera

çarpıcı

PRETTY WOMAN

Yine Gilda Amado Mio

GILDA

put the blame on mame ve rita hayword

sophie's choice

her seçim bir paradokstur, vazgeçtiğimiz ve vazgeçemediğimiz...hangi karar doğru idi? hangisi yanlış???yaşamda vazgeçtiğimiz tercihler,,,yaşamımızı belirler...ve hiç unutulmazlar.

Pazar, Ocak 20

elin değil elin


Elin değil elin.
İkimizin.
İçime uzat.
Beşimizin, onumuzun, hepimizin.
Varlığın eli. Elin. İçime uzat.
Elin senin.
Sen sen olduğun,
sende cihan olduğu,
cihan sana sığmadığı için.
Elini ver bana.
Elimi al benden.
Elini elime kat.



Prof.Dr.Ahmet İnam

Makbule Atadan'dan




O yıllarda, henüz çocuklukla delikanlılık arasındaki ilk kilometre taşlarında.
Selanik'te Askerî Rüştiye'ye devam ediyor.
Annesi Zübeyde Hanım ve kızkardeşleri Makbule ile Naciye, çocuk Mustafa Kemal'e yaşının çok üstünde bir ilgi ve saygı gösteriyorlar.
Ata ve silaha karşı büyük bir sevgisi var.

O günleri, kızkardeşi Makbule Atadan şöyle anlatıyor:
“— Güzel bir tayı vardı... Mektebe dayımla beraber atla giderlerdi. Her cuma günü, annemi, beni ve Naciye'yi görmeye gelirdi.
Yine bir cuma dönüşüydü... Atın eyerini vurdu... Gemi taktı... Yola çıkmaya hazırlanıyordu... Yanına sokuldum:
— Ağabey!., dedim.
— Ne var?..
— Mektebe mi gidiyorsun?
— Evet!..
— Beni de alsana atın terkisine!..
— Olmaz!..
— Ne olursun?..
— Olmaaaz!..
— Ne var sanki, ben de geleyim seninle!..
— Olmaz dedik ya, hadi dön bakalım eve!.. Atına bindi ve gitti...”
-------------------------------------------------------------------------------------
O yıllarda sık sık görüştükleri Kolağası Rüknettin Bey'in iri siyah gözlü, uzun kirpikleri siyah gözlerini gölgeleyen güzel bir kızı vardı: Müjgân!.
Mustafa Kemal, çok duygulu ve romantik bir yaşın içindeydi. Arkadaşı Nuri (Conker) ile yaptığı özel sohbetlerindeki konular genellikle aşk üstüne, şiir üstüne, edebiyat üstüneydi. Ama ne var ki diğer delikanlılardan farklı olarak Mustafa Kemal, onurunu aşktan daha üstün tutuyordu.
Kolağası Rüknettin Bey'in kızı, aile dostları, Müjgân'dan hoşlanıyordu.
Mustafa Kemal'in Müjgân'ı sevmeye başladığını evin içindekiler de hissetmişler ama kendisine belli etmemişlerdi.
İçini açtığı, sırlarını paylaştığı tek arkadaşı o sıralarda sadece Nuri (Conker) idi.
Başbaşa dertleştikleri bir gün, Müjgân'a olan duygusallığını o denli açığa vurdu ki Nuri (Conker) dayanamadı:
— Mustafa!., dedi... Madem ki bu kızdan bu kadar hoşlandın... Söyleyelim Zübeyde Teyzem'e, gitsin istesin Müjgân'ı... Şimdi söz keser nişanlanırsınız... Sonra da zabit çıktığın zaman da, evlenirsiniz!..
Bu teklif karşısında Mustafa Kemal'in cevabı şudur:
— Benim tek taraflı hoşlanmam kâfi mi?.. Bakalım Müjgân da beni beğenecek mi?.. Şimdiden böyle, bir teşebbüste bulunmak doğru olmaz!.. Ya “Hayır!” derlerse, ya reddederlerse?..
Onurunu duygularına kalkan yapan —Askerî Ortaokul öğrencisi— Mustafa Kemal, iri sivah gözlü, uzun kirpikli Müjgân'm hâtırasını içinde saklamayı daha uygun bulmuştu.
Onurunu aşkından daha ön plânda tutan Mustafa Kemal, yakışıklı bir çocuktu. Kendisinin hoşlandığı kızlardan daha çok kendisinden hoşlanan kızlar vardı.
Bugün müze olan Selanik'teki tarihî evin yakınında oturan komşu kızları Nadire ve Hatice. O'nu uzaktan uzağa sevenlerin başında geliyordu. Özellikle Nadire. Mustafa Kemal'e delicesine âşıktı.
Nadire de, Hatice de, daha çok Cuma günleri “Zübeyde Hanım Teyze”lerine gitmek için can atarlardı. O zamanlar haftalık resmî tatil günü Cuma olduğu için Askerî okulun yakışıklı ve üniformalı öğrencisi Mustafa Kemal mutlaka evde bulunurdu.
Yine bir Cuma günü komşu kızları Nadire ile Hatice, annelerine sokularak âdeta yalvarırcasına:
— Zübeyde Hanım Teyzelere gidelim mi anne?., diye tutturdular.
Zübeyde Hanım Teyzelerine geldiklerinde Mustafa Kemal, arkadaşlarıyla gezmeye çıkmıştı. Anneleri Zübeyde Hanım'la sohbet ederken her iki kız da gözlerini pencereden dışarıya çevirmişler, üniformalı, sarışın bir delikanlının yolunu beklemeye başlamışlardı.
Bir aralık Zübeyde Hanım, Hatice'den bir sey istedi. Üst kata çıkan Hatice, sofadaki saksılardan bir kırmızı karanfil kopararak gizlice Mustafa Kemal'in yatak odasına daldı.
Yatağın yanıbaşındaki masada Mustafa Kemal'in açık bıraktığı bir ders kitabı duruyordu. Elindeki karanfili sayfası açılmış ders kitabının arasına koyan Hatice, heyecanla odadan çıktı ve Zübeyde Hanımın istediği şeyi alarak aşağıya indi.
Birkaç saat sonra Mustafa Kemal geldi. Misafirlere hoşgeldin deyip birkaç nezaket sözü ettikten sonra odasına çıktı. Bir de ne görsün... Tarih kitabının arasında kırmızı bir karanfil!..
Delikanlı Mustafa Kemal'in yatağının başucundaki kitaba bırakılan kırmızı karanfil karsısında neler düşündüğünü bilmemiz olası değil. Ama neler yaptığını söyleyelim!..
Aşağı katta annesi Zübeyde Hanım, kızkardeşi Makbule ve komşu misafirler biraz sonra Mustafa Kemal'in merdivenlerden inen ayak seslerini duydular.
Elinde kırmızı karanfil, mutlu bir bakışla misafir odasına girdi. Hatice'nin heyecan ve korkudan kıpkırmızı olan yüzüne tatlı bir nazar fırlattıktan sonra bir arkadaşı ile buluşacağını söyleyerek evin kapısından çıkıp gitti.
Oysa işin içinde garip bir terslik vardı. Komşu kızı Hatice, ablası Nadire'ye aşk elçiliği yapmak istemiş ve kırmızı karanfili —o sıralarda ağır bir tüberküloz hastalığı ile ruhen sarsıldığı yetmiyormuş gibi bir de Mustafa Kemal'e âşık olan— ablası Nadire adına bırakmıştı tarih kitabının arasına. Delikanlı Mustafa Kemal ise Nadire'den çok Hatice'ye ilgi duyuyor, odasına gizlice bırakılan karanfili bu yönden değerlendiriyordu.
Kırmızı karanfil, yeni bir duygusal kıvılcımlanmanın başlangıcı oldu Mustafa Kemal'in çocuk yüreğinde... Yıllar geçti... Bir gün annesi Zübeyde Hanımı gönderip Hatice'ye resmen talip oldu Mustafa Kemal.. Artık bir harbiye öğrencisi idi. Duygularını daha iyi tartmasını ve yönlendirmesini biliyordu.
Olumsuz cevabı kızkardeşi Makbule'den aldı.
Hatice'nin annesi kızına pek düşkündü.
“Kızını zabite veren analar bağrına taş basar... Uzağa tayin edilir zabitler... Ben kızımı nasıl görürüm...”
demişti.
Özellikle Hatice'nin Mustafa Kemal üzerinde derin bir iz bıraktığını yalnız kızkardeşi Makbule değil, aynı zamanda o yıllardaki samimi dcntları da çok iyi hatırlamaktadırlar.
Yazar:Şemsi Belli

yaşamak, okuyabilmektir yaşadığını

Prof.Dr.Ahmet İNAM
Okuyunca artık, görebiliyorsun dipsizliğinin dibini, mânâ yokluğunu sözle kapatmaya çalışan edepsizlerin.
* * *
Okumanın okunun kanattığı yaradan akan kandır, bu sefillik metinlerinden ayrılık şerbeti.
* * *
İnişi olmayan bir yaşam yokuşunda, metnime okur gibi okur bakışında.
* * *
Bir pastasın beyaz pantolonunla. Yuvarlak. Sana okudum. Ve yedim.
* * *
Pencerenden kırlangıçlar. Yaz sonu. Sevdâ terinin buharında teninin gizemli alfabesi. Sana okudum. Ve yedim.
* * *
Nasıl çıkılsındı? Sevişme merdiveni. Kuşlar ki onları sen doğurdun. Tohumumdan. Tohumu sana okudum. Ve yedim.
* * *
Sana okumak. Seni okumak. İnsan gibi inlemeyen kitaplar okumadım hiç. Okuduğum her kitap tendi. Tenindi. Yumuşak karnındı, göbek deliğindi. Sana okudum. Ve yedim.
* * *
Okumak bir şehvettir ve şevktir. Sevişince anlıyorum, anlamını kelimelerin. Okumak, geri gelmektir ana rahmine. Bismillâhla yeniden doğmaktır. Ebedi kalçalarına senin. Sana okumaktır ve yemektir seni.
* * *
Yahut da şöyledir: Boynumu dişlerine uzatarak "Ye beni", "Oku beni", "Yut beni" demektir. Yenilmektir okumak. Sevdânın mütebessim cadısına. Cadısınca.
* * *
Ama nasıl unuttum çıkınca ruhunun çatısına: "Aç tenini ben geldim. Kapılarını, pencerelerini, bedeninin. Ruhunu havalandırmaya geldim. Aç sayfanı ben geldim. Kendini bana okut."
* * *
Girişti içlerimiz. Bacalarımızdan tütüştük. Sonra bana elma soydun. Çekirdiği cilveli bir kayısıydı ağzımda. Metnin. Tenin.
* * *
Sonra yazımı çilek reçeliyle yuttun. İncir soyup alın yazıma yedirdin. Biz birbirimizi okumakla ünlendik. Ruhlarımızı tatile gönderip, tenlerimizi sevişme hamamında kaynar şaraplarla yuduk.
* * *
Okuduk. Evren yanımıza geldi. Okuduk, geçmiş şimdiledi. Okuduk başımız göğe erdi. Yıldızlara çiçek ektik.
* * *
Teninin elifi aklımı alıyor. Kalbim, bakışlarının ateşiyle fokurdayıp bu sayfadaki satır aralarına dönüşüyor.
* * *
Ben bir kitabım. Sen bir kitapsın. İkisi aynı yatakta kalem olup hayatı yazıyor. Beyaz pantolonlu pastaydın. Yuvarlak. Seni üfledim. Okudum. Ve yedim.
* * *
"Afiyet olsun"umdun. Oldun. Kolay okunan zor bir kitap. Buyurdum. Seni içtim. Okudum. Senden geçtim. Hadi bana eyvallah.Hadi bana hoş geldin.Sayfana. Satırlarına. Beni kitabının okyanusunda yüzdür.
* * *
Bacaklarının arasında dünyanın en eski kütüphanesi.
* * *
Ruhun teninin cildi. Tenin başucu kitabım. Ruhun teninin hapishanesi. Gemiyle gidiliyor, göğüslerine, aktarmalı. Tenini ruhunun altın kafesinden kurtarmak için, seni üfledim. Okudum. Ve yedim.
* * *
Kitaplar aradım. Kitaplar aramak için kitaplar. Sonunda seni buldum. Kitap kutbunda buz kıran. Kitap öte okumasavar. Seni buldum. Kağıtyırtan. Sözbozan.Kitapları teninin ısısında yaktım.
* * *
Kitapları ektim. Bahçene. Yıldızlar bitti.
* * *
Okuma kuşu virân olmuş kalbimde susmuyor.
* * *
Susma kuşu ma'mur beynimde okuyor.
* * *
Okudukça anlam balıkları daha derinde yüzüyor.
* * *
Kitap olsam, yâre varsam. Gözünün nuruyla dolsam.
* * *
Söz elbiseni giy. Okuma aynamda taran.
* * *
Yazı pergelimin bir ayağı gözünün nurunu kesiyor.
* * *
Aşk ateşlerinin yandığı yazı evimde, ilâhî bir fırtınadır beni okuyuşun.
* * *
Yazı kandilimden evrenin dehlizlerine ulaşan gölgeli ışıkta, daha da örtünür tenini saran perde.
* * *
Lûgatine bak, derindeki çelişkilerinin; yazımdan vuran ışık karartınca seni.
* * *
Yükü hafiflerin sayfasından, dehlizlerden söz taşıyan katırlara bindirin beni. Muamma suyunu okuma kuyusundan çekin.
* * *
Çünkü bulutundan yağan harflerle sırılsıklam girdim koynuna.
* * *
Sözümden sevdâ uçtu, sır âlemine göçtü; sanmayın okur sarhoş, şarabı yazım içti.



Cumartesi, Ocak 19

KADINLAR SEVMEYİ SEVERLER

“3 ev görsem bir şehir sanırım....,

gene de kadınların erkeklerini sevmesini seviyorum,,, bir şehrin yanıp, kül olmasına benziyorlar bunu da söylemeli.”alıntı….
Benzemezler…
Çünkü kadınlar erkeklerin kendilerini sevmezler.
Kadınlar sevmeyi severler.
Hem tutkulu, hem de tutuklu bir haldir. İhtiras geminin yelkenlerini kabartan rüzgardır diye bir benzetme var. Devamı da var.., ara ara gemiyi batırdığı da olur denir.
Paradoks tam da burada işte başlar. Kimilerimiz bir limana varmış, demirlemiş olabilir pek tabii. Zaten limana demir atmak demek yelkenleri de istinga etmek demektir. Rüzgarın esamesi okunmaz.
Amma eğer ki illa açıklarda yolculuk diyorsanız...,
yelkenleri fora etme niyetinde iseniz kaçarı yok rüzgarı kollayacaksınız.
Yine de rüzgarı okumak bir marifettir. Her rüzgar sizin tam da beklediğiniz rüzgar olmayabilir. Tam da yelkeninize göre sanırsınız, esip de geçiverir. Yelkenleri fora ettiğinizle kalırsınız. Tam da yolunuza göre sanırsınız, deli eser bir o yandan bir bu yandan, ay da oyuncak ederse dalgaları gemiyi batırmamak kaptanın maharetine kalır.


Kadınlar sevmeyi severler.
Kimi hünerli bir ihtirasla, kimileri de mahçubiyetle…
Kimileri ekonomik, kimileri ergonomik...
Pek çok kadın için sevmek ‘gözümü açtım onu gördüm’ cümlesinin gölgesindeki kuytuluktur. Bu totalite onlara huzur ve kabulleniş rehaveti verir.
Taa en baştan bilet kesilmiştir, başka gişe de yoktur. Kimbilir belki cennet??? Bir şeyler hazır etmiştir. Pek tabii ilahiyat onları cennete biraz daha yakın kılar.
Ama yine de severler…’gözümü açtım onu gördüm’ ü severler.
Kadınlar sevmeyi severler.
Bile bile üzerine giderler. Rüzgarı dinlerler…Bir sürü esinti arasından ıslıklı bir rüzgar seçerler. Bu rüzgar esmeye görsün.., yelkenler fora, iskele mi sancak mı alabanda? Bilemezler rüzgar bilir…Sonra da ,,,agana borina borinata…
Bazı kadınlar sadece pupa yelken sever...Rüzgarı yarmazlar…Bu yüzden de rüzgarlar da en çok onları severler…
Bu seyrüseferi kimi kadınlar seyir defterine italik yazarlar.
Elleri titrer…Rüzgarın üstüne üstüne gitme hali gemiyi sarsar. İnadına orsa seyrederler. Bu seyre kendi yüreklerini kontra ederler…Bir o yana bir bu yana tromala denerler…
Rüzgara dayanaklılığın merakından mıdır? Yoksa kendi dayanıklılığının merakından mıdır???Bilinmez…Artık ya köre düşerler…Ya da tüm bunlardan sonra pupa yelken seyrederler….
Yine de bu seyrüsefere çıkan kadınlar seyir defterini italik yazarlar….
Kadınlar erkekleri değil…, sevmeyi severler. Bu sevgiye bir vücut ararlar…Kül olan bir şey varsa o da bu vücuttur.
Sevme tutkusu her daim kordur…



barbara streisand (women in love)

aşk fısıltıları

Giyindin mi?
Tırnaklarını boyadın mı?
Ya dudakların...
Onları da boya.
Tara saçlarını bir güzel.
Hazır mısın?
Çıkabilir miyiz,
Doruklarına aşkın?
O yerlere varabilir miyiz?
Denizleri geçebilir miyiz?
El ele...
Hazır mısın?
Hadi soyun öyleyse...

Sağında bir yürek çarpıyor.
Benim yüreğim.
Sağımda bir yürek çarpıyor.
Senin yüreğin.
Şimdi,
İki yürek, bir bedeniz.
Sonra,
İki beden, bir yürek.

Her parçam bir ayrı yerde.
Bir ayağım bu günde,
Bir ayağım yarında.
Bir gözüm göklerde,
Bir gözüm denizlerde.
Biri yaşamakta ellerimin,
Biri ölümse.
Yüreğimse,
Bin parçaya bölünmüş.
Her biri bin yerinde.

Beni çoğalt!
Beni artır!
Beni benimle çarp!
Seni bin yürekle seveyim.
Beni kendinle çarp!
Seni bir milyon yürekli seveyim.
Beni yerden yere çarp.

Bir ova,
Sonsuz...
Ovada bir at koşuyo.r
Soluk soluğa.
Sarp bir kayalık,
Dağ başında.
Bir kartal kanat çırpıyor.
Soluk soluğa.
Ellerimde bir balık,
Kıpkırmızı.
Can veriyor.
Soluk soluğa.

Nefesin nefesime karıştı.
Kokun kokuma.
Etin etime karıştı.
Gözlerim gözlerine.
Suyum suyuna.
Canım canına karıştı.
Bir dere,
Geldi ta uzaklardan.
Gürül gürül...
Denize karıştı.
Gök toprağa karıştı.
Toprak sonsuzluğa.
Ben sana.
Sen bana.

Saat kaç?
Akşam oldu mu?
Gidiyor musun?
Yoo gitme.
Kal ne olursun.
Bırak giysilerin gitsin.
Çorapların,
Yüzüklerin,
Ayakkabıların gitsin.
İstiyorlarsa.
Sen kal bebeğim.
Aşk varsa!
Tanrı varsa!

Yokluğunda,
Hangi eve girdiysem,
Hangi odaya,
Orada ben yokum.
Uzaklarda,
Bir ev vardı.
O evde bir oda.
Orada sen yoksun.

Uzaktayım.
Beni çağırıyorsun,
Yanındayım.
Beni çağırıyorsun,
İçindeyim.
Beni çağırıyorsun,
İçimdesin.
Avaz avaz bağırıyorsun...

Ölürdüm bu sevgiden yana yana.
Alevlerim yıldızlara yükselirdi.
Küllerim kaplardı tüm evreni.
Ve ruhum dolaşırdı ta mahşere dek,
Kordan bir çığlık gibi.

Yaşamam seni kıskandığım içindir.

Ümit Yaşar Oğuzcan

soru??




Tanımasam bile üzülürüm,
Yitirilmiş ümitlere..
Hiç gerçekleşmeyecek ideallere,
Yaşanmamış sevgilere, üzülürüm
Bu yüzden korkarım yaşamı
Ertelemekten…
Ne yapılması, ne söylenmesi
Gerekiyorsa söylenmeli, yapılmalı.
Seviyorsanız, sevdiğinizi bugün
Söyleyin..
Sevdanızı bugün yaşayın.
İşinizde yapılacak ne varsa, bir an
Önce yapın..
Yarın çok geç olabilir…
Bir anda bitebilir her şey…
Yaşamak için acele edin bence,
Kısa yaşanmışlıklar,
Hiç yaşanmamışlıklardan daha iyidir.
Geriye dönüp baktığınızda.
“Keşkeler” ler çoğunlukta olmasın..
Yarınlar…çok uzakta olabilir…
Daha okulda başlamıyor muyuz,?
Ertelemeye yaşamı…
İlk hedef Kolej,
Sonra üniversite,
Hep yarına yatırım.
Bu gün,
Sonra???
İşe gireyim.
Sonra,
Evleneyim.
Sonra…
Çocuklar büyüsün.
Sonra…
Emekli olayım.
Sonra..,
Hayatımı yazayım,
Sonra…
Sonra,
Sonra,
Sonra………………….

Bir sürecin başında,ortasında,
Yaşam, ‘’her an sona erebilir’’
‘’Sonra’’sı olmayabilir.
Zaman çok çabuk akıyor…
Hele, Yolun yarısından sonra…
Fedakarlıklar güzel ama, Unutmayalım
Herkes kendi hayatını Yaşar…
Sorgulayın zaman zaman kendinizi..
Ertele! ertele!
Nereye kadar…?
Ziya Kayacan

Cuma, Ocak 18

KELEBEKLERİN DANSI BİTMEZ


Binlerce söğüt kelebeği ölüm anları yaklaştığında Adapazarı'ndaki tarihi Sakarya Köprüsü üzerinde bir araya geliyor ve vakti dolan yere düşüp ölüyor. İşin ilginç yanı bir tören edasındaki bu olay her yıl aynı dönemde aynı yerde tekrarlanıp gidiyor.” Bu tamamen içgüdüsel ve yaşamsal bir disiplindir…Ne bilgi, ne erdem, ne öğreti barındırır.

Bu mucizevi tören.., izleyicisinde büyülü bir anı bırakır. Zaman durur, an beyne “paste” edilir. Kelebeklerin dansı bittiğinde.., tarihi Sakarya Köprüsünün üzerinde beyaz bir örtü vardır. Tören bitmiştir. İzleyici o kısa süre içinde bir sanrının tam ortasında imişçesine hipnotize olmuştur. Oysa bu ne sanrı ne halüsinasyon’ dur. Bu gerçektir. On milyonca kelebek.., adres sormadan, aynı ışığın önünde dansetmeye, aynı coşku ile gelmiştir. Bir ilahi sırrı barındırırcasına, ışığa teslimiyetin, gücün ve ömrün bittiği anın seremonisini yaparlar.

Gün ışığı, köprüdeki ışığın aydınlığını hiç ettiğinde.., bu şölen de nihayete erer. Dile dökülen de, basına haber edilen de buruktur. “Kelebeklerin Ölüm Dansı” İki kare fotoğraf…Biri geceye ait, ışığın içinde, ışıkla danseden kelebekler. Diğeri günün aydınlattığı köprüye bembeyaz ama yaşamın ta kendisini örtü eden kelebekler…Ne yazık ki görsel izleyicisinin sözel, basından izleyicisinin yazınsal ve fotoğrafik sunumu kelebeklerin gerçeğinden uzak traji komik bir haldir.

Oysa..,
Hem her yıl aynı devinimle gerçekleşen bu mucizevi şölen, hem ışıkla kucaklaşmadaki o şahanelik, hem de yaşamın bu haz ile nihayet bulmasını bir drammışçasına izlemek, yaşamın kendisiyle bütünleşme ihtirasından yoksun insanlara mahsustur.Bu kendiliğinden, üstelik dünsüz, yarınsız bir vuslattır.
Adapazarı’nda tarihi Sakarya Köprüsündeki lamba; o gün de, dün de aynı voltajın aydınlığını sunar. Yarın da aynı…Arada şehir şebekesi oyun eder anlık yükselir, alçalır, hatta kararır…

Her yıl.., Temmuz ayında bekletmeksizin on milyonlarca kelebek işte bu lambanın aydınlığına, daha berrak daha apak bir ışık dansı sunarlar...

Ne Acınası bir mecburiyetten,
ne verilmiş
verilmemiş
bir ümitten…
Sadece Yürekten...


Zannımca..,
burada ışığa düşen bu dans bitene kadar yanmasıdır.
İzleyiciye düşen..,
bu dans bitene kadar susmasıdır…
Kelebeğe düşen..,
günün aydınlanacağını kulağına acımasızca fısıldayan köprüye..,
“tüy kadar hafif bir örtü olacağım..,
ilk rüzgarla da dağılacağım, sana başka da bir eziyetim yoktur.”
Demesidir…