
Gerek kadının erkeğe verdiği değerlerden, gerekse çocuğun somut üstünlüklerinden ötürü, kadınların çoğu erkek çocuğu yeğler.
"Harika şeydir erkek doğurmak" derler; kadın hep bir 'kahraman' doğurmak ister, kahramanlarsa hiç kuşkusuz erkeklerden çıkar.
Kadının oğlu insanları yöneten bir şef, bir asker, bir yaratıcı olacaktır;
yeryüzüne kendi istencinin damgasını vuracak,
anası da onunla birlikte ölümsüzlüğe erecektir,
kurmadığı evleri,
gidip gezmediği ülkeleri,
okumadığı kitapları anasına "O" verecektir.
Kadın, onun aracılığıyla sahip olacaktır dünyaya; tabiî, önce oğluna sahip olabilirse.
Tutumundaki çelişki de işte burdan gelmektedir.
Freud, ana-oğul ilişkisinin iki yönlülüğe en az yer bırakan ilişki olduğu görüşündedir,
oysa kadının analıkta erkek evladına takındığı tavır, sevgi ya da evliliktekinin aynıdır;
eğer sevgisinde ya da evliliğinde erkeklere düşman olmuşsa, çocuk biçimine girmiş erkeği boyunduruğu altına almaktan büyük bir zevk duyacaktır;
saldırgan özlemler besleyen erkeklik organıyla hiç çekinmeden alay edecek; kimi zaman da, uslu durmazsa kökünden kesileceğini söyleyerek korkutacaktır çocuğu.
Hattâ çok daha alçakgönüllü, çok daha barışçıl bir kadın olsa ve O'nu iyiden iyiye kendine mal edebilmek üzere, geleceğin kahramanı diye selâmlasa bile, yine de oğlunu kendi içkin gerçekliğine indirgemeye çalışır...
Kocasına çocuk, oğluna da bebek gibi davranır. Ananın oğlunu iğdiş etmek istediğini söylemek ve buna inanmak gereğinden fazla akılsal, gereğinden fazla basit bir kanıdır;
ananın düşü çok daha çelişiktir..., kadın oğlunun hem sınırsız olmasını, hem de avucunda durmasını, dünyaya diz çöktürürken, kendi önünde diz çökmesini ister.
Yumuşak başlı, boğazına düşkün, eliaçık, utangaç olmasını, belli bir yere yerleşmesini salık verir, spordan, arkadaşlıktan alıkoyar, kendine güvenmesini engeller, çünkü yalnız kendisinin olmasını arzulamaktadır;
ama oğlu, övünebileceği bir serüven adamı, bir şampiyon, üstün yetenekli bir insan olmadığı zaman da hayal kırıklığına uğrar.
Neyse ki, çoğu erkek çocuk bu boyunduruktan çabucak kurtulur; töreler ve toplum bu konuda kendisine yardımcıdır. Beri yandan, ana da buna sessizce boyuneğer; erkeğe kafa tutamayacağını bilmektedir. Acılı ana rolünü benimseyerek ya da kendisini yenenlerden birini doğurmuş olmanın övüncüyle avunur.
Küçük bir kız'sa tam anlamıyla anasının eline bırakılmıştır;
bu da, ananın kız üstünde daha çok hakkı olduğunu sanmasına yol açmaktadır. Ana-kız ilişkileri daha bir dramsaldır.
Ana, kızını seçkin sınıfın üyesi olarak görüp saymaz: kendi imgesini arar onda. Kendi kendisiyle ilintisinin bütün iki anlamlılığını kızına yansıtır;
ve bu başka ben'in başkalığı ortaya çıkınca, ihanete uğramış hisseder kendini. Ana-çocuk çatışması kızla anası arasında son kertesini bulur.

Ama bir kız için en büyük tehlike, analığın eziyet düşkünlüğüne yakın biçimidir. Kimi kadınlar, kadınlıklarını mutlak bir ilenç gibi görürler,,, başka bir kurbanda kendilerini bulmak üzere, acı bir zevkle ister ya da karşılarlar kızlarını;
aynı zamanda da, onu dünyaya getirdikleri için kendilerini suçlu hissederler; kızları aracılığıyla kendilerine duydukları acıma ile pişmanlıkları, sonu gelmez kaygılar biçiminde dışa vurur; çocuğun ardından ayrılmazlar; küçük kıza yahut büyüttükleri genç kadına bu tedirgin tutkunun ateşinde hükmederler.
Kadınların çoğu, kadın olmayı hem ister, hem de bundan nefret eder; kadınlıklarını hep hınçla yaşarlar.
Kendi cinslerine duydukları tiksinti, kızlarını erkek gibi yetiştirmelerine yol açabilir,,, çünkü, pek ender olarak yeterince eli açıktırlar.
Ana, bir kadın doğurmuş olmanın sinirliliği içinde, şu iki anlamlı "Sen de kadın olacaksın" ilenciyle karşılar onu. Benzeri saydığı kızını yüce bir yaratık haline getirerek kendi aşağılığını ödünlemek ister; bunun yanında, kendi eksikliğinin cezasını ona çektirme eğilimi de duyabilir.

Kimi zaman, kızına da kendi yazgısını yaşatmaya çalışır; "Benim için iyi olan, senin için de iyidir; ne yapalım, beni böyle yetiştirdiler, sen de aynı yazgıyı paylaşacaksın" der.
Kimi zaman da tam tersine, kendisine benzemesini kesinlikle yasaklar; kendi yaşantısının kızına ders olmasını ister, bu da onun öç alma biçimidir. Hafifmeşrep kadınlar kızlarını manastıra verir, bilgisizler de okuturlar.
Anası tarafından en çok itilip kakılan, çoğunlukla babasının gözdesi olan büyük kızdır. Ana en nankör işleri ona verir, yaşının üstünde bir ciddilik bekler ondan, kendisiyle yanşa kalktığına göre, elbette büyük gibi davranacaktır ona; "yaşamın romana benzemediğini, dünyanın toz pembe olmadığını, insanın her içinden geleni yapamadığını, eğlenmek için dünyaya gelmediğini" öğrenecektir. Ana, çoğu kez, sırf "Hanya'yı Konya'yı öğrensin" diye, yerli yersiz tokatlar kızını; birçok şeyle birlikte, hâlâ evin hanımı olduğunu göstermek ister...
Kızının, aile baskısından kurtulmak üzere yardıma çağırdığı, "aklını çelen" arkadaşlarından açıkça nefret eder, onları eleştirir, pek sık görüşmemesini ister, hattâ "kötü etkileri"ni bahane ederek arkadaşlıklarını kesinlikle yasaklar.
Kendisinden gelmeyen her etki kötüdür çünkü; kızının sevgiyle yanaştığı kendi yaşındaki kadınlara —öğretmen ya da arkadaş annelerine— özellikle düşmandır,,, bu türlü sevgiyi saçma ya da zararlı bulur. Kimi zaman, çocuğun neşesi, bilinçsiz davranması, oyun ya da kahkahaları onu çileden çıkarmaya yeter;
bu gibi şeyleri oğlunda daha kolay bağışlar; erkek çocuklar kendi cinslerine özgü ayrıcalıkları kullanmaktadırlar, çok doğaldır böyle olması, ana kazanamayacağı bir yarıştan çoktan çekilmiştir. Ama neden şu dişi, kendisinden esirgenen ayrıcalıklardan yararlanacakmış?
Ciddiliğin kurduğu tuzaklara düştüğünden, kızını evin sıkıcılığından kurtaran bütün iş ve eğlenceleri kıskanır; bu kaçış, uğrunda ömrünü verdiği bütün değerlerin yadsınmasıdır çünkü. Çocuk büyüdükçe, ananın yüreğini kemiren hınç da artar; geçen her yıl, anayı kaçınılmaz sona yaklaştırmakta; o körpe bedense yıldan yıla gelişip serpilmektedir; kızını bekleyen gelecek ondan çalınmaktadır sanki; kimi anaların, kızlarının ilk aybaşı rahatsızlığında sinirlenmesi bundandır: kadın niteliğini kazanmış olmalarına kızarlar. Kısmetine aynı şeyleri sonu gelmemecesine tekrarlamak düşen yaşlı dişinin tersine, yeni dişinin önünde belirlenmemiş birtakım olanaklar vardır: ana işte bu olanakları kıskanır, onlardan nefret eder; bunları kendine mal edemediği için, çoğu kez azaltmaya, yoketmeye uğraşır: kızını evden dışarı çıkarmaz, göz altında tutar, ezer, bile bile zevksiz giydirir, aylak oturmasına izin vermez, kız süslenir, "gezmeye gider"se küplere biner; yaşama duyduğu kızgınlığın hıncını, yepyeni bir geleceğe doğru koşan bu körpe yaşamdan alır; genç kızı küçük düşürür, girişimleriyle alay eder, horlar. Çoğu kez, açık seçik bir savaş vardır aralarında; genellikle genç olan kazanır elbet bu savaşı, çünkü zaman kendisinden yanadır;.ama bu yengide buruk bir kusur tadı vardır: anasının davranışı genç kızda hem başkaldırı, hem de pişmanlık yaratır; gözünün önünde bulunması kendisini suçlu kılmaya yeter...,yetişkin haline gelen bu kızların yaşlı annelerine herşeye rağmen bakma/yaşatma ve onu yüceltme mücadeleleri de bu suçluluk duygusunun uzantısıdır. Yine de, ana ömür boyu hayal kırıldığına uğramış, birtakım şeylerden yoksun bırakılmış olarak kalır; kızsa, çoğu kez lanetlenmiş hisseder kendini.
Hemen hemen herkesçe kabul edilen iki önyargı tamamen asılsızdır...
Birinci önyargı, analığın bir kadını mutlu kılmaya, bütün arzularını doyurmaya yettiği inancıdır: oysa yoktur böyle bir şey. Anaların çoğu mutsuz, doyumsuz, kezzap gibi insanlardır.
Ananın çocuklarıyla ilintisi, yaşam dediğimiz şeyin bütünü içinde belirlenir; kocasıyla ilişkisine, geçmişine, uğraştığı işlere, kendisine bağlıdır;
çocuğu her derde deva bir ilâç saymak hem saçma, hem zararlıdır...Kadının, analığın yükünü kaldıracak ruhsal, tinsel ve özdeksel bir durumda bulunması zorunludur; yoksa çok kötü sonuçlar doğabilir.
Evliliğin en büyük talihsizliğinin, bireylerin evlilikte, güçlülükleri için değil, tam tersine zayıflıkları için biraraya gelmeleri, birbirlerinin hoşuna gitmeye uğraşacak yerde habire bir şeyler verilmesini beklemeleri olduğunu söylemiştim. Kendi başımıza yaratamadığımız bir bütünlüğü, bir sıcaklığı, bir değeri çocuk aracılığıyla elde edeceğimizi sanmaksa çok daha düşkünce bir aldanmadır;
Çocuk, ancak tam bir çıkar gözetmeyişle başkasının mutluluğunu isteyebilen, karşısındaki varlık aracılığıyla yine kendine dönmeyip kendini aşabilen kadına sevinç getirebilir.
Çocuk insanın kendini adayabileceği değerli bir girişimdir elbet; ama bütün girişimler gibi, tek başına insanı doğrulayamaz;
üstelik yalnız kendisi için istenmelidir, yoksa birtakım varsayımsal çıkarlar için değil..!
Stekel çok haklı olarak şöyle der;
Çocuklar, aşkın yerini tutan birer oyuncak değildirler;
gerçekleştirilemeyen bir ereğin yerini de doldurmazlar;
yaşamımızın bokluğunu örtecek birer malzeme de değildirler;
onlar ağır bir yük, bir sorumlulukturlar;
özgür sevginin en eli açık çiçecikleridirler.

Ana-babanın ne oyuncağı,
ne yaşama gereksinimlerinin giderilmesi,
ne de doyurulmamış özenişlerinin yerini tutan şeyler olabilirler.
Çocuk demek, mutlu varlıklar yaratma zorunluluğu demektir.
Ana sevgisinin doğallıkla ilgisi bulunmadığına göre, "doğaya aykırı düşmüş" ana da yoktur;
ama bundan ötürü kötü analar vardır. Ve ruhçözümlemesinin ortaya çıkardığı büyük doğrulardan biri, "sıradan" ana babaların çocuklar için yarattığı tehlikedir.
Yetişkin insanların aşağılık duygularının, saplantılarının, sinir hastalıklarının kökeni ailesel geçmişlerindedir; kendi çatışmalarını, kavgalarını, dramlarını çözememiş analar, babalar, çocuklar için yaşam arkadaşlarının en kötüsüdürler.
Baba ocağındaki yaşamın derin izlerini taşıdıklarından, çocuklarına kendi aşağılık duyguları ve yoksunluklarıyla yanaşırlar ve bu yoksunluk zinciri sonu gelmemecesine uzayıp gider.
Hele ananın kendine ve başkalarına eziyet etme eğilimi, kız çocukta bir suçluluk duygusu yaratacak, buysa onun, kendi çocuklarına aynı eziyet etme ve ettirme eğilimiyle davranmasına yol açacaktır. Kadınlara yöneltilen küçümseme ile analara gösterilen saygının bağdaştırılması ikiyüzlülüğün ta kendisidir.
Çocuk, mutlu ya da hiç değilse dengeli bir yaşam içersinde bir zenginlik gibi gözükse de, anasının ufkunu belirleyemez, îçkinliğinden kurtarmaz onu;
ana çocuğun bedenine bakar, karnını doyurur, yıkar temizler..., bütün yapabileceği somut bir durum yaratmaktır,
bu durumu aşmaksa yalnız çocuğun özgürlüğünün harcıdır;
ama çocuğun geleceğine yatırım yaparsa, zaman ve evren içersinde kendini yine başkasından aldığı vekillik belgesiyle aşıyor, yani başka birine bağlanıyor demektir.
Kadın bugün, insanlığın giriştiği hiç durmadan kendini aşarak varlığını doğrulama hareketine katılmak istemektedir;
başka bir varlığa can vermeye ancak yaşam kendisi için bir anlam taşıdığı zaman razı olabilir; ekonomik, siyasal toplumsal yaşamda rol oynamayı deneyemediği sürece ana olamaz.
Hiçbir işe yaramayan et yığınları, köleler, kurbanlar ya da özgür insanlar doğurmak aynı şey değildir.
Gereği gibi düzenlenmiş çocuğun yükünün büyük kısmını topluluğun aldığı, ananın topluluktan bakım ve yardım gördüğü bir toplumda kadının çalışmasıyla analık bağdaşmaz olmaktan çıkacaktır.
Genel kanının tersine —ister köylü, ister kimyacı, ister yazar olsun— çalışan kadının gebeliği çok daha kolay geçmektedir, çünkü kendi imgesine bakıp büyülenmemektedir;
kişisel yaşamı zengin olan kadın çocuğa bir sürü şey verir, karşılığında pek az şey ister, en iyi eğitici, gerçek insanî değerleri uğraşıp didinerek, ter dökerek öğrenen kadınlardan çıkar.
Bugün için, kadının kendisini saatlerce yuvanın dışında tutan ve bütün gücünü tüketen uğraşıyla çocuklarının çıkarını bağdaştırmakta güçlük çekişi, her şeyden önce, kadınların çalışmasının hâlâ köleliğe benzemesindendir;
ayrıca, çocukların yuva dışında bakımlarım, korunmalarını, eğitilmelerini sağlayacak hiçbir şey yapılmamaktadır.
Toplumsal bir eksikliktir bu..., ama bu eksikliği, gökte ya da ananın karnında yazılı bir yasanın anayla çocuğu birbirinin malı saydığını söyleyerek doğrulamak da safsatanın ta kendisidir;
bu karşılıklı birbirinin oluş, gerçekte çok zararlı ve iki yanlı bir baskıya yol açmaktadır.
Sözün kısası, analık, karı-koca ilintisi ve aile yaşamı bir birlik meydana getirmekte, bu üçünün her anı ötekilere yön vermektedir; kocasına sevgiyle bağlı bulunan kadın, evin yükünü sevinçle taşır; çocuklarıyla mutluysa, kocasına hoşgörüyle bakar. Ama bu uyum kolay kolay sağlanamaz, çünkü kadına verilen görevler birbirleriyle bağdaşmamaktadır.
Kadın dergi ve gazeteleri kadına bulaşık yıkarken de çekici olmasını, gebeliği sırasında da güzel giyinmesini, hoppalıkla analığı ve tutumluluğu bağdaştırmasını salık vermektedir; ama bu öğütleri eksiksiz uygulamaya kalkan kadın kısa zamanda çılgına dönecek, kaygılar içinde yitip gidecektir; eller bulaşıktan çatladığı, karın burna değdiği zaman çekici kalabilmek son derece güçtür, onun için de, sevdalı kadın, çekiciliğini yokeden, kendisini kocasının okşamalarından yoksun bırakan çocuklarına çoğu kez inceden inceye hınç duyar,,,, yoo, sevgiye değil de, analığa önem veren bir kadınsa, o zaman da çocuklara kendisi kadar sahip çıkan kocasını kıskanır.
Ana sevgisi, çoğunlukla, düzgün tutulan bir yuvanın doğurduğu kızıp azarlamalar içinde yokolur gider. Bütün bu çelişkiler içinde çırpınan kadının günlerini habire sinirlenerek, kezzap gibi geçirmesi hiç de şaşılacak bir şey değildir; şu ya da bu hanede zarara uğramakta, gelip geçici kazançları hiçbir güvenilir başarıyla saptanmamaktadır. Kendini hiçbir zaman çalışmasıyla kurtaramamakta; çalışma vaktini almakta, ama varlığını doğrulayamamaktadır: varlığının doğrulanması başkalarına, yabancı özgürlüklere bırakılmıştır.
Çağdaş Batılı kadın; belli bir evin hanımı, belli bir eş, belli bir ana, belli bir kadın olarak öbür insanların gözüne çarpmak istemektedir. Ve bu gereksinimi toplumsal yaşamında gidermeye çalışacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder