bir noktadan sonsuz sayıda doğru geçer: 06/01/2008 - 07/01/2008

Çarşamba, Haziran 25

Rafflesiaceae

Rafflesia dünyanın en büyük çiçeğidir. 1818 yılında Dr. Joseph Arnold tarafından Endonezya Yağmur Ormanlarında bulunmuştur. Ömrü yalnızca 2 haftadır. Dünyada sadece Endonezya’nın Sumatra ve Borneo Adaları ve Güney Tayland’daki Khao Sok Milli Parkı’nda görülen Rafflesia, bir hafta içinde çiçek açıp ikinci haftada da ölüyor. Genişliği 1 metreye kadar büyüyebilen Rafflesia’nın ağırlığı ise 11 kilograma kadar ulaşabiliyor.http://tr.wikipedia.org/wiki/Rafflesia



Güneydoğu Asya’da bulunan 1 metre genişliğinde ve 7 kilogram ağırlığındaki kırmızı Rafflesiaceae bitkisi dünyanın en büyük çiçeklerinden biri kabul ediliyor. Çiçek yaklaşık 200 yıl önce keşfedilmesinden bu yana, farklı özellikleriyle bilim insanları için bir muammaydı. Rafflesiaceae çiçeğinin kökü, yaprağı ve dalı yok.
Güneydoğu Asya’nın yağmur ormanlarında bulunan Rafflesiaceae çiçeğinin DNA’sını çıkaran botanik bilimciler, çiçeğin 50 üyeli bir familyanın parçası olduğunu ortaya çıkardı. 
Araştırmaya göre, Rafflesiaceae çiçeği Euphorbiaceae familyasına ait. Bu familyaya ait bitkilerin tümü küçük çiçeklere sahip.Araştırmayı yürüten Harvard Üniversitesi uzmanı Charles Davis, Rafflesiaceae çiçeğini ‘Dünya dışından’ sözleriyle tanımlıyor. David’e göre, “Rafflesiaceae çiçeğinin üyesi olduğu familyadaki diğer bitkilerin küçük çiçek açması büyük bir sürpriz”.
Botanik uzmanları, Rafflesiaceae ilk kez 46 milyon yıl önce çiçek açmaya başladı ve çiçek evrim geçirerek hızla büyüdü. Rafflesiaceae ilk açtığında çiçeği sadece 2mm uzunluğundaydı. Milyonlarca yıl için Rafflesiaceae çiçeği büyüdü ve bundan sonra da büyümeye devam edecek.Rafflesiaceae çiçeği, tropik yağmur ormanlarında kuytu bölgelerde yaşıyor, geniş yapraklarını açarak kokusunu salıyor ve sineklerin gelip polenlerini taşımasını sağlıyor. Rafflesiaceae çiçeğinin kokusu insanlara hoş gelen bir koku salgılamıyor, diğer çiçekler gibi sinekler yoluyla polenlerini dağıtıyor.

Pazartesi, Haziran 23

Boris Vian

Bir diş gibidir yaşam,
Ne olduğu düşünülmez ilkin,
Öğütmekle yetinilir.
Bir de bakarsınız çürümüş bir gün,
Sızlar, önemsenir.
Kaygı, özen, bakım…
Ve tamamen iyileşebilmeniz için,
Koparılıp alınması gerek elinizden yaşamınızın
_______________

"Çiçekçi dükkanlarının hiç demir kepenkleri olmaz.
Kimse aklına getirmez çiçek çalmayı."
_______________

kan kırmızı yasam
kan içinde doğurur bizi analar
ve yaşam boyu tutarlar
etten bir şeride bağlı kıpkırmızı
büyürüz kafeslerde
çiğneyerek yaşarız kanlı kanlı
koparıp beşiklerin kenarına asılan
meme parçalarını
kana bulanmıştır her yanımız
ve sevmediğimiz için görmeyi bunu
dökeriz başkalarının kanını
tükenecek günün birinde
özgür kalacağız...

_______________

yalnızlıktır dininiz
örneğin bir trenden
istediğiniz yerde ininiz
________________

Çarşamba, Haziran 11

Kültür! Sadece Kültür!!


Dünyada yaşayan altı milyar insanın DNA'sı aynı.
Maymun DNA'sıyla insan DNA'sı arasında bile kayda değer bir fark yok.

Dünyadaki bütün hayvanlar, insanlar gibi yemek yiyor, su içiyor, uyuyor, cinsel ilişkide bulunuyor, kavga ediyor, hasta oluyor ve ölüyor.
Memeli hayvanların "tropikal memeli" cinsinden olan insanoğlu da aynen onlar gibi kendi biyolojik kurallarına uygun olarak yaşıyor.
Peki o zaman hayvanla insanı ve giderek insanla insanı ayıran fark nedir?
Kültür, sadece kültür!

Bangladeşlilerin Kanadalılardan biyolojik olarak hiçbir farkı yok.
Ugandalılarla İsveçlilerin de öyle.
Öyleyse bu ülkelerden birini uygar diğerini ilkel, birini yoksul diğerini zengin yapan öğe nedir?Neden dolayı bazı ülkeler yoksullukla, yoksulluğun yol açtığı problemlerle ömür tüketir ve yaşamı cehenneme çevirirken, ötekiler dünya nimetlerinden alabildiğine yararlanan bir cennet yaratmayı başarırlar?
Bir kader midir bu?
Irk özelliği midir?
Hiçbiri değil.
Çünkü eğer öyle olsaydı ülkelerin tarihinde iniş çıkışlar olmaz, her şey aynı kalırdı.
Oysa biz kendimizden biliyoruz ki bir zamanlar cihan imparatorluğu olan bir ülke, daha sonra azgelişmişlik kategorisine sürüklenebiliyor. İnsanları ve ülkeleri birbirinden kültürleri ayırır. Eğer kültürü dar anlamıyla alırsanız, sadece sanat çalışmaları akla gelir.
Ama kültür, bir toplumun bütün ilişkilerini içine alan ve her şeyin üzerinde yükseldiği bir heykel tabanı gibidir.
Bir ülkenin siyaseti, siyaset kültürüne bağlıdır;
ticareti, ticaret kültürüne.
Bugün eğer Türkiye her alanda ilmik ilmik dökülüyorsa,
metastaz yapmış kanser gibi her yeri yolsuzluk virüsü sarmışsa;
insanlar birbirini sevmiyor ve birbirine güvenmiyorsa,
bunun nedenlerini kültürde aramak gerekir.
Hepimizin gözü önünde toplumun dokusu bozuluyor, insanları bir arada yaşatan değerler sistemi yok oluyor, kısacası çürüyoruz.

Hangi alanlarda çürüme olduğunu sorarsanız cevabım şu olur:
Hangi alanda çürüme yok? Belki çürümeyen kurumları saymak daha kolay olur.
"Siyaset mi çürümeyen kurum; ticaret mi, bürokrasi mi, sanat mı, hukuk mu, medya mı, yerel yönetimler mi?"

Biz ne yazık ki Osmanlı'nın şan şeref dolu günlerini değil, çürüme yüzyıllarını hatırlıyoruz.Toplumsal bilinçaltımız rüşvetle, adam kayırmayla, iftira atıp vezir öldürtmelerle, kapı kulluğuyla, iktidara yakın durarak mansıb (makam, rütbe) ve para kazanma arzularıyla dolu.
Kısacası Osmanlı'yı yüzyıllar içinde "hasta adam" haline getiren hangi unsur varsa bizde mevcut.Bu yüzden kültürümüz çürüyor, yabancılaşıyor, köklerinden kopuyor.
Ama ne yazık ki bugünkü siyasetçilerin çoğu Türkiye'nin sorunlarının altında kültür çürümesinin yattığını göremiyor.
Siyaset kurnazlıklarıyla ülkenin sorunlarının çözülebileceğini sanıyorlar.

18 EYLÜL 2005/Zülfü LİVANELİ

Salı, Haziran 10

Tezgahtar 'şeytan'dır.

"Sizin en büyük sorununuz da bu.
Bir rakı sofrasında dost olup, ertesi sabah birbirinizi bıçaklayabiliyorsunuz.
İlk tanışmada yakınlaşıp, birbirinizi tanıdıkça uzaklaşıyorsunuz.
Bizse tersini yapıyoruz, uzaktan başlayıp, ağır ağır yaklaşıyoruz.
Dost olmamız uzun sürüyor ama dostluklarımız kalıcı oluyor.
Doğu ile batı arasındaki fark hilal ile haç arasındaki fark kadar.
Hilal bombeli.
Haçtaysa dik açılar var.
Hilal altında yaşayanlar da bombeli hayatlara sahip.
Genişler, kurallarla ilgilenmiyorlar, zamanla ilgileri yok, çöl kumu gibi uçuşuyorlar.
Haçın gölgesindekilerse set ve köşeli hayatlar yaşıyorlar.
Yasaları, kuralları olan, dik açılı hayatlar.
Hilalin altındaki; insana, haçın gölgesindeki düzeneğe inanıyor.
Dolayısıyla hilal'le yaşayanların her biri ayrı bir düzenek geliştiriyor.
Küçük çeteler.
Küçük düzenekler.
Haç, insana tek bir düzenek emrediyor.

Doğu ile Batı arasındaki fark bu...."



"Burası ananın bileziklerini bozdurduğu semt kuyumcusu değil.
Burası Topaz. Burada sarraflık gerekmez. Burada işletme diploması gerekmez.
Ne kadar bildiğin değil, ne kadar sattığın önemlidir.
Bu bir meslek değil, bir para kazanma yöntemidir.
Kim olduğun, nereden geldiğin, nasıl sattığın beni ilgilendirmez.
Ben vitrine malı koyar, müşteriyi önüne getiririm.
Sen de satarsın...
Satarsan, istediğin her şeyi satın alırsın. Bu kadar basit."


"Turizmde sürekli mülkiyet hakkı yoktur.
Saygı dahil her şey el değiştirir.
Saygı dahil her şey kiralanır."


"Tezgahtarların, ölene kadar sürdürdükleri ölümsüz rekabetleri sonucunda gelişmiş bir davranışları vardır.
Diğer bir tezgahtarın, ceviz olduğu için bıraktığı müşteriye girip satmaya çalışırlar.
Böylece bir sonraki gün, sabah toplantısında, müdür, hiçbir müşterinin bırakılmaması gerektiğine, turistin ne zaman tram (para) harcayacağının belli olmayacağına, imanın ve tramın kimde olduğunun asla anlaşılmayacağına dair gündelik nutkunu atarken onları örnek gösterir.
Bu yüzden, en ceviz müşteri bile dış kapıya kadar uğurlanmalı, başka bir tezgahtarın turisti yakalayıp satış yapmasına olanak verilmemelidir.
Başka bir tezgahtardan müşteri çalmak, satılamayana satmak bir ünvandır.
Bıraktığı müşteriye mal satılmış olan bir tezgahtar, gerçek bir mart(erkek) gibi meterleyemediği (seks yapamadığı) için ahçiği(kadını) tarafından aldatılmış bir koca gibi hisseder.

Turizm, bütün dünya gibi, martlar tarafından yaratılmıştır.
Turist İsveçli bir vücut şampiyonu mart olsa bile tezgahtarın meteri(partner/metres) sayılır."

"Tezgahtar mart, turist ahçiktir.
Satmak, meterlemektir.
Pezevenkse, rehberdir.
Bütün bunlara ev sahipliği yapan binaya da center denir.
Turizm pornografidir."


"(...)defalarca düşüp defalarca kalkmaktan dizleri kan çanağına dönmüş tezgâhtarlar, bolluk ve boşluk içinde yaşar.
Hayatlarındaki bütün farklar tek harfliktir. Satmak her şeyi herkese ve saçmak her şeyi her yere.
O ve U harfleri Türk alfabesinde canlı olarak bilinir ve sesleri yakından geldiği için yazıldıkları gibi okunur. Diri diri gömüldükleri takdirde, üzerlerine atılan toprağı simgeleyen iki nokta vardır. yerin altındaki O ve U harfleri Ö ve Ü diye okunur. Çünkü sesleri toprağın altından geldiği için incelmiştir.
Buna göre; insan turist olur. İnsan, tezgâhtar ölür.
Tezgâhın hangi tarafında olduğunun da, hangi tarafında öldüğünün de bir önemi yoktur.
Müşteri de orospu kadar öröspüdür...,"


ÖĞÜT; Evladım herşey hayırla başlar. Müşteri "hayır!" der, ben "hayırdır?" derim...


''Topaz Jewellery Center evrenin en büyük kuyumcusudur.
Temeli Kapalıçarşı'da, çatısı Antalya'dadır. Çatının altında dört kat yatar. Her biri yedi yüz metrekaredir. Topaz'ın penceresi yoktur. Havalandırma sistemi eşsizdir.
Bina, var olmayan bir ülkenin büyükelçiliğine benzer, içine adım atıldığında Türkiye'den çıkılır. Dışarıdan Kabe'ye, içeriden ana rahmine benzer.
Topaz, üç delikli bir kasadır.
Her deliğin şifresi farklıdır.
Birinci delik ana giriştir.
Ön cephenin balina grisi rengindeki duvarı, hayat geçirmez camdan üretilmiş kapılar taşır. Girerken yüksek, çıkarken alçak görünmesinler diye doğu cephesinde ikizleri vardır.
Topaz'ın ikinci deliği doğu cephesindeki siyah camdan kapılardır. Binanın bağırsağına denk düşen arka cephedeyse duvarla aynı renkte tokmak taşıyan balina grisi demir bir kapı vardır. Topaz'a giren birinci deliği, çıkan ikincisini kullanır. Çünkü Topaz'a girmiş olan turistle, girecek olan turist karşılaşmamalıdır. Topaz'da çalışansa girip çıkmak için, duvara gömülmüş, görünmez delikten geçer.

Topaz Jewellery Center, evrenin en büyük kuyusudur."Arka Kapak Yazısı



"Antalya , dünya üzerinde kendine ait güneşi olan tek kenttir.
Bu güneş ısıtmaz ama ıslatır.
Kanser yapmaz ama kan kusturur.
Irkçı bir orospu çocuğudur.
Turisti bronzlaştırırken, çalışanı buharlaştırır."


''Dünya bir tezgahtır.
Tezgahın hangi tarafında hayat olduğuysa ancak ölünce anlaşılır..,"

"Tezgahtar, diğer insanlara ancak bir astronot kadar yaklaşabilen, duygu ve düşünce örnekleri toplayıp kendine dönen kişidir. kimlik koleksiyoncusudur.
Sermayesi, sattığı mal değil, müşterisidir.
Karşısındakine bir önceki müşterisini satar.
Turistin tezgahtan kalkmak için değil, tezgaha oturmadan önce biraz düşünmesi gerekir.

İnsanın ilk öğrendiği ve unuttuğu bilgi düşünmektir.
Dolayısıyla ilk insan da, son insan da turisttir.
Tezgahtarsa şeytandır.

Bu yüzden şeytan kelimesinin ingilizcesi 'satan' diye yazılır.

Alıntı; Malafa/Hakan Günbay

Bazen,,, bazı, bazı





















Pazartesi, Haziran 9

Adem ve Havva

Adam ve kadın bir ömür boyunca
Paralel çizdiler!
Aynı yapılardan çıkıp
Aynı sokaklardan geçip
Aynı caddelerde gezdiler.
Hiç mi
Birbirine aykırı düşmek istemedi
Bu iki çizgi?
Hiç mi birbirlerini kesmek geçmedi
İçlerinden?

Ben orasını bilmem.
Bildiğim
Günlerine birlikte başladılar
Birlikte bitirdiler
Aynı çarşaflar üzerinde
Birbirlerine paralel
Gecelerini birlikte geçirdiler.
Hiç mi içlerinden zig-zag çizme isteği
Geçmedi?
Gerçekten bu iki çizgiden hiç biri
Salt ötekisine dikey olsun diye
Kendisini asmak istemedi mi?
Ben orasını bilmem.
Bildiğim
Bir ömür boyunca
Aynı tavır aynı yüz.
Aynı vücut, aynı ses.
Aynı koku, aynı nefes.
Hiç mi yalnız kalmak isteği
İliklerine işlemedi?
Hiç mi öğürmek gelmedi içlerinden?
Ben orasını bilmem.
Bildiğim
Bu iki çizgi
O raydan ayrılmadan, kömürlerini bitirdiler
Yitirdiler ömürlerini
Bir cehennem azabı içinde yitirdiler
Hiç mi elleri
Birbirinin elinden başkasına değmedi?
İçlerinde bir kez olsun
Başkalarıyla paralel çizme tutkusu
Filizlenmedi mi?
Ben orasını bilmem.
Bildiğim
Sonsuzda bile birleşmedi bu iki çizgi
Toplum birbirine paralel mezarlara yatırdı
Bu iki cinsi.
Yani bu iki çizgiden
Hiç biri
Hiç özgürlük nedir, mutluluk nedir bilmedi mi?
Ben orasını bilmem.
Peki bu köleliği
Kendileri mi istedi ki?
Değilse bunun sorumluları kimdi?
Ben orasını bilmem dedim.
Bildiğim
Bu iki çizgi
Birbirine zincirliydi.Adam (Alaeddin) ŞENEL

Cumartesi, Haziran 7

Digital yazı


İogear, dünyada ilk defa normal bir kağıda yazdıklarınızı dijital ortama aktarabilen bir ürün geliştirmiş.

Bu ürünü diğerlerinden farklı kılan özel bir tablet ya da yüzeye ihtiyaç duyulmaması. Normal fonksiyonlarına ek olarak bir verici içeren ve her türlü mürekkebin kullanılabildiği kalemle yazılırken, kağıda tutturulan alıcı tüm el hareketlerini kaydederek metnin dijital ortama resim ya da metin olarak aktarılabilmesini sağlıyor.

Cuma, Haziran 6

Oryantal Çay Bardağı


Eastmeetswest...
Erdem Akan'ın tasarladığı bu çay bardağı geleneksel Türk çay bardağının
lale biçimini, Batı biçimlerinin yalın geometrisiyle birleştiriyor.
Sonuçta da ortaya 'oryantal' görünümlü ama Batılı hissi veren
yeni bir çay bardağı çıkıyor. Ayrıca bardak, el yakmadığı için de daha işlevsel bir form kazanmış oluyor
Etkinpatent/haberleri

Rahat Etmeden Konsantre olunmaz


New York'un ünlü tasarım stüdyolarından Humanscale,
yeni koltuk konsepti Daybed ile bilgisayar kullanıcılarını
rahat ettirmeyi amaçlıyor.

Stüdyo, koltuğu tasarlarken "rahat etmeden konsantre olunmaz"
mantığından yola çıkmış.

Sallama Çay




Sallama çayın süresi dolunca burun kalkıyor, poşet çıkıyor.
Bu penguen şeklindeki alet poşet çaylarınızın
bardakta demlenmesini sizin için bekliyor.
Poşet çayı penguenin burnuna bağlayıp istediğiniz süreye zamanı ayarlıyorsunuz,
süre dolunca penguen burnunu havaya kaldırarak çay poşetini bardaktan çıkarıyor.


EtkinPatent/Haber

TEMBEL İŞİ


Tembeller için çaydanlık


Lotte Alpert’in tasarladığı çay makinesi oturtulduğu
dairesel alanda rahatça öne arkaya hareket edebiliyor.
Böylece onu yerinden kaldırmadan bardaklara
çay servisi yapabiliyorsunuz.
Ayrıca alttaki hazne çayı istediğiniz sıcakta tutuyor.

Milliyet

Perşembe, Haziran 5

HERŞEY YAYINLANABİLİR Mİ??

Çekmecemde bir fotoğraf var:
Atatürk'ün naaşının Etnoğrafya Müzesinden Anıtkabir'e nakli sırasında çekilmiş.
Tabutun kapağı açık. Ve aralanmış örtü içinde Atatürk'ten arta kalanlar görülüyor.
Zihnimizdeki Atatürk imgesine zarar verebilecek bir fotoğraf bu...
Atatürk kamuoyuna mal olmuş bir kişi midir?
Elbette.
Fotoğrafın çekilmiş olması bir "gazetecilik başarısı" mıdır?
Tabii ki...
Tarih için önemli bir belge mi bu?
Belki.
Yayımlansa herkes merak eder mi?
Kesin eder.
O halde, Ecevit'in komada gizlice çekilmiş fotoğraflarının yayımlanmasını savunan meslektaşlarıma sormak isterim:
Bunu da yayımlar mısınız?

Günümüz medyası "ünlü ceninler"in ultrasound görüntülerini yayımlayarak başlıyor insan hayatını teşhire...
Ve Cem Karaca örneğinde olduğu gibi, bazen mezara girmek bile bundan kurtulmaya yetmiyor. Kemikleriniz bile görüntüleniyor.
Yani, ana karnından ölüm döşeğine kadar kaçış yok.
Ecevit'in kendi arzusu dışında, hasta yatağında, bu şekilde teşhiri bence en temel insan haklarına aykırıdır.
Başbakan olduğu dönemde, mesleğini sürdürmeye ehil olup olmadığına dair doktor raporları kamu için önem arz ediyor ve haber değeri taşıyordu.
Ancak bugün öyle bir kamu yararı yok.
Ortada bir gazetecilik faaliyeti de yok. Bir uyanığın, bilinci yerinde olmayan biri üzerinden para kazanmak için yaptığı korsanlık bu...
"Komada Ecevit" fotoğrafı, olsa olsa ticari bir değer taşıyabilir, ki bu değerin peşine düşmek, basına itibar değil, itimatsızlık getirir.
O yüzden Radikal ve Sabah'ın yayımlamama tavrını destekliyorum.

Basın, insanın bilgi alma hakkının meşalesidir.
O yüzden asırlardır bir özgürlük mücadelesinin konusu olmuştur.
Sansüre karşı direniş, bilgi tekelini elinde tutmak isteyen devlete karşı halkın her şeyden haberdar olma hakkını savunmakla özdeşleşmiştir.
Bunlar hâlâ doğru olmakla birlikte basının gelişip yaygınlaşması, büyüyüp tekelleşmesi, sınırları aşıp küreselleşmesi, izinsiz özel hayata girmesi karşısında son asırda yeşeren yeni bir mücadele var:
"Bireyi basından koruma mücadelesi..."
Yani "Basını devletten nasıl koruruz?" kaygısına bir de "Bireyi basından nasıl koruruz?" mücadelesi eklendi.
Suçlu çocukların teşhir edilmemesi bu hassasiyetin bir parçası...
Suçu kesinleşmemiş zanlıların isminin yazılmaması da öyle...
Özel hayatın gizliliği, telefon kayıtlarının yayımlanmaması, basın yoluyla hakaretin cezalandırılması, hep bu çağdaş korumanın kazanımları...
Hasta hakları da bunlardan biri...

2002'de imzalanan Avrupa Sözleşmesi, hastaya, sağlığına ilişkin bilgilerin gizli tutulmasını talep etme hakkı veriyor.
Dünya Tabipler Birliği'nin Lizbon'da yenilediği Hasta Hakları Bildirgesi bunu bir adım öteye götürüyor: Hasta, sağlığına dair bilgilerin ölümünden sonra da gizli tutulmasını isteyebiliyor.
Sağlık Bakanlığı'nın bunlar doğrultusunda hazırladığı bildiride de
"Her hasta gizliliğe uygun bir ortamda sağlık hizmeti alır" deniliyor.
Hal böyleyken Ecevit'in yoğun bakım fotoğraflarının yayımlanması, temel hasta haklarına aykırıdır.
Tabii ondan önce insafa ve vicdana da...
03/06/2006
CAN DÜNDAR