bir noktadan sonsuz sayıda doğru geçer: 02/01/2008 - 03/01/2008

Cuma, Şubat 29

siz kaç tür ölüm olduğunu biliyor musunuz?

Yaşantımız, kendi kişisel tarihimizi, hep iyi geçen sananınımız az değildir. Evet ebeveynlerimizden tokatlar yeriz, cezalandırılırız; ama 'benim olmayan kimsenin beni acımasızca dövmesine nasıl dayanırım?' Ben, dilim dönerse, aklım ererse söylerim: Sosyalizm sanmayın ki zengin düşmanlığıdır; o 'kibir' ve 'kendinde aşağılama hakkı gören' insanlara karşı düşmanlıktır. Bu 'alaka' ya da 'yalaka' bekleyip gösteren insanları 'halk' da olsa pek sevemem.
'Halk' dediğin nedir ki zaten?
Tamamen soyut bir kavram.
Halk, marangozdur, terzidir, tezgâhtardır, doktordur, öğretmendir...
Halk somut ve farklı bireylerden oluşuyor.
Onları ortak tutan şeyin, 'kibire karşı öfke, açlığa karşı isyan' olmasını hayal ederim.
Halk, 'tımarhanelerde güllabici odunlarla dövülendir...'
Hepsinin nüfus sayımlarında kağıtlara geçirilmeyen özellikleri vardır.
Halk, benim mesela; sonra sadece yazları sık görebiliğim delikanlının as olanı Yahya; kapıkomşum Jonev ve Lambo,sıfır muhteris ama işini yaz kış, kışın kalan hemşehrilerini de kollayan bakkal Mustafa; çalışkanlıklarından akşamları birer kadehle pes düşen Elisabeth ile Ertan;sanki bir çile odasında, yalnız kalması gerekirken, kalabalıklarla uğraşıp geceleri ağlayan Fatoş; güzel şarkılarla hastalarını avutup, yalnız yaşarken yüzü süzülen Vahide,insan ölümü bile göze alıp evli kalınca, 'ölümsüz' kalmayı beceren Dilek ve Toti;tekmil adaların en güzel istridyesinden çıkarılmış biraz pürtüklü, dalayan İnci...
Daha niceleri, geçmişin Barbası,
omzunun bir tarafına ceket asmış gibi yürüyen Koço;
küçük bir adada sıkışıp kaldığına hiç inanamayacağınız, çünkü şu 30'una gelmeden ağzı acayip laflar eden Deniz...

Sonra benim bir kayıp cennet olarak gördüğüm çocukluğum ve onun insanları...
Büyükbabam Yusuf 14 yaşlarında yetim kalmış. Ona ve üç beş adımlık toprağa baksın diye bir içgüveysi tutmuşlar. Birgün bu adamı, çocuk dedemi azarlarken görmüş, o küçük dede Yusuf'un nenesi; demiş ki adama "Ben seni Yusuf'a hizmetçi aldım, efendi değil..." Üç beş adımlık 'huzur hakkı' vermiş salmışlar. Ama asıl benim Yusuf dedemin bir bacısı varmış. Onu da çok genç evlendirmişler. Çok erken ölmuş o 'hala." Dedem, herkes uyuduktan, gaz lambaları kısıldıktan sonra, çarıklarını giyer, bacısının mezarına gider ağlarmış.,

O 'hala' niye erken öldü diye merak ederdim. Geçenlerde bir şeyler öğrendim.
"Hala'nın kocası, ilk ve büyük oğlunu yalınayak suya gönderir, dönünce de dövermiş. Hangi ana yüreği buna tahammül eder? Adam çocuğu sürekli çalıştırırmış ama ilk mektepten sonra okumasını istemezmiş. Hal budur ki, a benim şimdi güleryüzüne hayran olduğum, babamın sevgili uzak kardeşi, çok okumak istermiş. Köyde, yarı meczup, hiç evlenmemiş bir amcası varmış. Miras olduğu için de onun bir payı varmış elbette. O amcam, o kendi amcasına gitmiş, 'beni okut" amca demiş. Bekar, yarı meczup, ama işini görmeyi bilen -hani galiba biraz da asık suratlı amca, 'Olur oğlum,' demiş, "çok para harcama..." O iki kıymetli amcanın biriydi; birini -küçüğünü-hâlâ ara sıra görürüm; büyüğü hep köyde yaşadı, öldü de benden önce mi öldü,

-kaç ölüm var, biliyor musunuz? Bilmiyorum bile...  

Sonra, yıllar yıllar sonra, bu yeğenini okutan amcanın, başka -yine yakın bir akrabadan olan karısının oğlu, o tepelerden denizlere bakan mezarlığı ziyarete gitmiş. Meğer taksi durağı açmışmış. Kartını bırakmış: 'Amca lazım olursa ara beni...'

Kaç ölüm var, biliyor musunuz?

Bu insanların yaşadıklarını anlattığım için eşim dostum beni affetsin;
ciddi bir sitem görmedim ama müstehzi bakışlara da muhatap olmadım değil.

'reha biraz delidir,' diye konuştuklarını duyar gibiyim;
artık'kulak misafiri'olmaya da gerek yok.

İyi binalar yapmak da bir 'sevgi' işi...
O evde kendinin, çocukların ve torunlarınla oturduğunu hayal edip, öyle yapacaksın.

Geçende bir film seyrettim, sadece adını hatırlıyorum: 'Marangoz Kalemi.' Orada iç savaşın enternasyonal tugayından biri şöyle bir laf etti:
"Komünizme ulaşmak için sevgini aldığın gibi vermelisin..."

Bu sözün söylendiği akşam adamı öldürdüler; hayır hayır, bu sözleri söylediği için değil, zaten öldüreceklerdi. Yalnız onu öldürmeye götüren faşist tim, aynı zamanda ressam olan bu gencin ellerinin kesilmesini teklif etti; bir diğeri, karnından vuralım çok acı çeker, dedi.
Daha alt rütbeli bir subay, tabancasını çekti, o adamı alnından vurdu.

Kemal Burkay'ın 'Spartakus' adlı şiirinde yanılmıyorsam şöyle bir bölüm vardı:
"O arenadaki gladyatör, seni öldüremediği için öldü."

'Elleri kesilmiş bir ressam ne olacaktı ki,' diye düşündü o asker, adamın alnının şakına tetiği çekerken;
Spartakus kendini öldüremeyen gladyatörü öldürdü.

Amca ya enişte mi desek, galiba bazıları amca, bazıları enişte; hangisi mışıl mışıl uyuyor da, hangisi dönüp dönüp duruyor?

Sahi siz kaç tür ölüm olduğunu biliyor musunuz?

 
reha mağden

Aynı Kentte


Dedin, "Bir başka ülkeye, bir başka denize gideceğim.
Bundan daha iyi bir başka kent bulunur elbet.
Yazgıdır yakama yapışır nereye kalkışsam;
ve yüreğim gömülü bir ceset sanki.
Aklım daha nice kalacak bu çorak ülkede.
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam
hayatımın kara yıkıntıları çıkıyor karşıma,
yıllarıma kıydığım, boşa harcadığım."

Yeni ülkeler bulamayacaksın, başka denizler bulamayacaksın.
Bu kent peşini bırakmayacak. Aynı sokaklarda dolaşacaksın.
Aynı mahallede yaşlanacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Bu kenttir gidip gideceğin yer. Bir başkasını umma-

Bir gemi yok, bir yol yok sana
Değil mi ki, hayatına kıydın burada
bu küçücük köşede, ona kıydın demektir bütün dünyada.

Konstantin Kavafis
Çeviren: Barış Pirhasan, Erdal Alova

Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç!

Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç!
Sana diyeceklerim söylemekle bitmez
Yıllardır yaşamımdan çaldığım zamanlar,
adına düğümlendi
Bana yaşadığın şehirleri aç!
Başka şehirleri özleyelim orada seninle
Bu evler bu sokaklar bu meydanlar
İkimize yetmez!!!

ÖZDEMİR ASAF

Erkekler ne ister?

Herkes atıp tutuyor kadın ister, seks ister, ot ister bok ister diye. Bunların hepsi boş. Erkekler tek birşey ister.. huzur.

Böyle söyleyince anlamsız oluyor aslında daha iyi anlatmak lazım bu ancak şöyle olabilir .

"rahatlamak."

İnsan erkeği dünya üzerindeki en huzursuz yaratıktır. Öyle rahatsızdır ki. Neden öyledir? Bilmiyorum. Daha ötesini söyleyeyim. Hiçbir fikrim yok! Ben de rahatsızım. Memnun değilim halimden bir türlü rahat ve huzurlu hissedemiyorum. Bunu ancak başka birşeyler sağlıyor.

Tüm erkekler huzuru arar.. Rahatlamanın yollarını bulmaya çalışıyorlar hepsi. Ve bu yüzdendir ki bütün bilimadamları erkektir. Durumu değiştirmek için. Çok zeki olduklarından değil.Adam rahatsız çünkü. Daha rahat olabilmek için konforu artırmak için birşey yapmak zorunda. Belki bu güdü erkekleri zeki olmaya zorluyordur. Kadınlar zaten genellikle rahattır. erkekler ise birşeye ihtiyaç duyarlar .Genellikle huzur ihtiyacı kadın içinde aranır. Psikolojik veya fiziksel.

Bir çok erkek huzur ve rahatlamayı seks içinde arar.Tam olarak ne istediklerinin farkında değilleridr. Aslında doğru kadın ve düzenli seks bunu sağlar ama kadınlar sekse saygı duymadıklarından zamanla bu sorunlu bir duruma dönüşür. Bütün medyada seks bir tür rahatlama olarak lanse edilir.Erkekler zamanla huzuru ve rahatlamayı değil seksi aradıklarını zannederler. Oysa ona ulaşana kadar geçen psikolojik nevrozlar çoğu zaman işin tadını kaçırır.Huzur muzur kalmaz. Kadın işi zora sokar her zaman evrim gereği. Kendilerine göre bir sürü nedenleri vardır.Ve ne yazık ki erkeklerin önce bu nevrozlarını çözmek zorunda olduğunu düşünürler.

Erkekler kendisine huzur vermesi gereken şeyi kadında ararlar.Evet Bunun ne olduğu değişir. Cuma günleri kırmızı giymesini seviyorum huzur veriyor der kimi, kimi gülmesi beni rahatlatıyor der kimisi düpedüz sürekli sevişmek ister. Huzur veren şey değişir. Gerçekten de kadınlar böyle bir güce sahiptir ama çoğu zaman değişen nedenlerden dolayı bunu size kolay vermezler. Huzur vermezler. Çok aptalca olabilir. Nedenler önemli değildir. Sonra ileriki yaşlarda mızıkçılığa başlarlar. Kadınlar neden eşlerinin annelerini sevdiklerini ve en büyük rakibin "annesi" olduğunu anlayamazlar mesela buna içerlerler. Bazıları kocalarına anne şefkati bile göstermeye kalkarlar. Cevap şu ki anneler konum ve verdikleri aura ile huzur kaynağıdır. Kocasına huzur vermeyen bir kadının eşinin annesini ön plana yerleştirmesinin nedeni budur.. Bunu saçma sapan yapan mal erkekler de vardır. Ama normal bir adam bunu yapıyorsa nedeni budur.

Maç hastası adamlar, deli gibi geç gelen eşler( dışarıda kendilerine göre birşeyler buluyordur artık.) Bunlar bir tür zorlama sonucudur. Aranan şey hep aynı. Huzur, kafayı boşaltmak rahatlamak . Kadın veya eş bunu sağlayamıyorsa erkek bunu kendi kendine arar .kaçmak tek yoldur.

Bir de bunları erkeklere seks adına sağlamak için "beni ikna etsin o zaman" diye bekleyen kadınlar vardır ki bunlar salaktır. Bunlar erkekler tarafından önceden planlanmış hareketlerle yönetilmeye mahkum kendi istekleri ve eşi için yapması gerekenlerden haberi olmayan denyo yaratıklardır. Bunu söyleyen bir kadın ancak kendisiyle uğraşacak kadar sabırlı erkeklere mahkumdur.Kendisiyle sadece kendisine katlanılarak yaşanıldığından habersizdir. Tüm hayatları göremedikleri bir iple çekile çekile kukla gibi oynayarak geçer.

Erkekler kadınları bir çok sebep için beğenirler ve birlikte olurlar ama her zaman bir tek şey beklerler. Rahatlamanın sağlanması. Hangi yolla olacağı önemli değil doğa bir yol önermiş. Başka alternatifler yaratmak veya bunu beklenti olarak bırakmak ya da bırakmamak kadının elindedir.

Cobalt Günlükleri

Bütün Kadınlar Böyle Yapar

“Cosi fan tutte”nin tercümesini “Bütün Kadınlar Böyle Yapar” olarak verebiliriz. Ayrıca Mozart'ın aynı adlı bir operası da vardır ve çok da güzeldir.

Ilişkilerimizde her zaman kabul etmesekte herşeyi tabiat kanunları dikte eder. Mesela dişi geyiğin daima sürüdeki en güçlü erkeğin peşinden koşması örneğinde olduğu gibi kadınlar da güçlü erkeklerden hoşlanır ve beraber olmak ister.

Fakat burada bir problem vardır. Çağımızda güçlü erkek deyine aklımıza hemen bileği güçlü değil paralı erkek geliyor. Yani bu durumda erkeklerin en güçlüsü en paralısı olmaktadır.

Kadınlar korunmak, bakılmak içgüdülerini doğuştan genlerinde taşıdıkları için büyüyünce de güçlü erkekleri tercih ederler. Normal ve aklıbaşında bir erkek de bu kadınca istekleri yerine getirmek ister. Korumaktan ve bakmaktan çok hoşlanır.

Bu durumla karşılaşan kadın da erkeğe içgüdüsel olarak biraz gaz verir. Bu gazla coşan erkek kadına çiçek, kürk, mücevher vs. vererek PARA öder. Bir başka deyişle erkek kadına parasını kiralar. Kısaca tüm işlem “alış ve satıştan” ibarettir.

Peki bu alış satış kötü birşeymidir? Kesinlikle hayır. Ayrıca tüm işlem bence doğa yasalarına uygun olarak gerçekleşir ve hiçbir zaman şaşmaz.

Zaten bir kadın evleneceğim dediği zaman ailesinin ilk sorduğu şey “kimin nesidir, kimlerdendir, ne iş yapar” olur. Yani sana kol kanat gerebilecek mi, rahat ettirebilecek mi, koruyabilecek mi? Eskiden bu işler bilek gücüyle olduğundan daha değişikti. Çağımızda ise bu direkt olarak “parası var mı?” anlamına gelir.

Çok yakışıklı, iyi huylu, çok seksi ama parası yok cevabı ailenizin sizi oklavayla kovalamasına yol açacaktır. Aile büyükleri kendi hayat tecrübelerinden ve içgüdülerinden yola çıkarak böyle evliliklerde uzun vadede problem çıkacağını bilirler ve sizi engellemek için ellerinden geleni yaparlar. (genellikle de haklı çıkarlar) Yani kısaca işler maalesef ekonomiktir.

Evliliklerinden aradığını bulamamış bir akrabamın (5 kere evlendi, boşandı) dediği gibi “erkeğin iyisi dünya malını bana bırakarak öteki tarafa erken gidenidir”.

Peki, erkek hemcinslerim bu durumda ne yapacak? Çok çalışıp para kazanacak. Para kazanayım derken de stres ve yorgunluktan göçecek. Yani işimiz zor. Tabii para kazanmak derken milyon dolarlardan bahsetmiyorum. Normal bir hayat standardına ve rahat yaşamaya yetecek kadar para kazanabilrseniz iş tamamdır.

Şimdi soru cevap bölümüne geçelim.

Bu fikirler senin mi?
> Yarısı benim, diğer yarısını Nina Holm'ün “I, a Prostitute” (1986 basımı) kitabından esinlendim. Peki bu davranışları onaylıyormusun?
> Evet, insanlarda biraz şekil değiştirmiş ama tabiat kanunları böyle dikte ediyorsa niçin olmasın. Kötü bir şey yok bence. Zaten ben onaylamasam da gerçek böyle. Son sözün?
> “Cosi fan tutte”. Ayrıca Maupassant demiş ki “bütün kadınlar satılıktır, (iyi manada) ama en pahalısı eşinizdir”.

Kaynak;ASB

Matruşka

    Bir gri kıvrım içinde, nedensiz
    Eflatun bir sis bulutu tattım belli belirsiz,
    Çok ağaçlı bir orman gibi
    Bilge ve gizemli
    Sırrına ermek için Eflatun olmalı.
    İçinde zaman zaman lacivert
    Mora boyar, zora koyar eflatunu..

    Eflatunu açtım.

      Bir gri kıvrım içinde, nedensiz
      Lacivert derinlikler buldum okyanus misali sessiz
      Maviden daha yakın, daha zor ve sıcak
      Bazen nar ağacı, bazen dar.
      Okyanus dibinde gizli bir dünyada saklı sevgi
      Derinden bir kaç damla olsa da nasibim
      Lacivertten, önce yetinmeyi öğrendim.

      Laciverti açtım.


        Bir gri kıvrım içinde, nedensiz
        Mavi enginler gördüm uçsuz bucaksız
        Uzağın rengi mavi kadar sonsuz
        Buzulun rengi gibi soğuk
        Ve bir mavi çam kadar asil gökyüzüne doğru
        Gözümü kamaştırdı mavinin güzelliği ve ihtişamı
        İçimi acıttı ulaşılmazlığı

        Maviyi açtım


          Bir gri kıvrım içinde, nedensiz
          Kızıl bir kor yakaladım henüz külsüz
          Uzak zamanlardan sıcak çarpıcı ve yakıcı
          Grubunda Ankara'nın
          Daha bir kızıla yandı
          Kırmızı yapraklı Japon elmaları

          Kırmızıyı açtım


            Bir gri kıvrım içinde, nedensiz
            Turuncu muzip bir gülümseme gördüm eşsiz
            Siyah beyaz bir resmin içinden göz kırptı
            Taze portakal kokulu
            Bilmem başında estimi hiç kavak yeli
            Ben portakal ağaçlarının meltemini gördüm yalnız
            Güzel saçlarını taradı geçti.

            Turuncuyu açtım



              Nedensizler bitti

              Son gri kıvrım içinden çıktı nasılı
              Işığın rengi sarı
              Bütün renklerden daha sıcak ve parlak
              Daha bilge ve yakın
              Ve aslında en derinde
              Korkularını, hüzünlerini
              İncinmişliklerini zayıflıklarını
              Yani en insanca yanlarını
              Saklamış bunca renge
              Bin maskeye bin matruşka bebeğe


              En sıcak
              En yakın ve parlak
              En içerde
              Gizlenmiş en küçük bebek
              Yani sarı çekirdek

              *Gri aklın ve zekanın rengi

Yıldız Yıldız

gün örtülüyor üstüme

Çıplak omuzlarına, gül kurusu tülden bir şal alır
seher yelinden ürperir de gece
Gün sızar o saatlerde en ücra hücrelerime
Uzat elini...
Alnıma koy...
Usulca indir göz kapaklarımı elinle
Vedalaş...! Ve

Ört aydınlığı yüzüme



Yaşamdan kayan son yıldız olabilirim
Acele et...! birşey dile

*yıldız yıldız

Merdiven Veren


Sevda yüklü bir ağacı
silkeleriz biz kırık dal,
yaprak olur hep yere düşen
tırmanamayız
ne yazık yok cesaretimiz...
(aslında var da)
bekleriz....
gelmez o 'merdiven veren'
Elif Şebnem Akal

OlağanÜstü Durum/Aşk


Göz bebeğim
Yürek nurum
Can sızım
Gecemin içinde saklı aydınlık yazım
Siz geleli,
Kış sıcak
Güz ayı oldu da Ocak
Yadırgamadım.


Yaz bebeğim
olağan-üstü durum!
yaz...
Tek bir ünlem işareti anlatsın beni! !
Siz geleli
tüm sözcükler gereksiz
dizeler beyaz
karalamadım


Söz bebeğim
Ödenir bedeli aşkın
En az uykusuzluklarım
En fazla canım
Siz geleli,
Ağlamakla gülmek
Yaşamak ve ölmek mesafesi,yakındır
Adımladım.


Siz geleli
geceler uzun,yarım nefesim
Siz geleli
ben en kimsesizim

Anladım






Elif Şebnem Akal




Sen benim en güzel halimsin



sen benim en güzel halimsin
fasulye ayıklarken gülümsediğim
yağmurlarda bile bile ıslanan
yıldızlara bakıp dilek tutan
halim...

bilmezsin
muhabbet kuşunum geceleri
sıcak simit satan simitçin, sabah eri
görmezsin
gözlerimin
nedensiz nemlendiği
yürek sesimi duyduğum
halim...

şarkıya türküye yeni anlamlar katan,
aniden kendini sokağa atan
gece karanlıkta camlara bakıp
bir dost gözlüyü
arayan halim...

sen
benim en güzel
elleri cebinde halim

göremediğin...

Elif Şebnem Akal

Perşembe, Şubat 28

Saçımız ak mı? kara mı? önümüze düşerken

Yüzyıllar boyu sürmüş olan; gerek ekonomi, gerek hukuk, gerek tarih bilincinden yoksun; "uyur - gezer sayıklamalarından" arınma dönemlerine doğru gidiyoruz.
"Uyur - gezer sayıklamaları"na birkaç örnek:
Epey bir zaman önce emekli bir orgeneral tanıdığa sormuştum:
- Gutenberg’in matbaayı icat ettiği tarih, İstanbul’u aldığımız tarihe rastlar. Siz, matbaayı icat etmiş olmayı mı yeğlerdiniz; yoksa İstanbul’u almış olmayı mı?
Em. orgeneral tanıdık, hiç tereddüt etmeden:
- İstanbul’u almış olmayı, demişti.
Bugün de:
- Matbaayı icat etmiş olmayı, İstanbul’u almaya yeğlerdim, diyecek kaç Türk çıkar 69 milyon içinden?

Orayı burayı zaptetmekle övünme hipnozları, hümanist yazarların eleştirisine uğradığı zaman da, hep aynı yanıt verildi:
- Onlar Türk düşmanı...
Ekonomi, hukuk ve tarih bilincinden yoksun bir, uyur - gezer sayıklamasıyla, 21. yüzyılı aşma olanağımız yok.
İstanbul’un zaptı da dahil, Osmanlı fetihleri de; Osmanlı ekonomisine ne evrensel bir artı getirebildi, ne de sağlam bir belkemiği oluşturabildi.
1566’da Kanuni Sultan Süleyman, 70 yaşında Zigetvar’da öldüğü zaman; oğlu II. Selim, her yeni padişahın tahta çıkarken yeniçeriye dağıtması adet olan "cülus akçesi"ni bulamamıştı. Yeniçeri de bela çıkarmaya başlamıştı. Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa, kendi cebinden ödemek zorunda kalmıştı cülus akçesini...

Osmanlı fetihlerinin en keskin eleştirisini de, İzmir İktisat Kongresi’nde Mustafa Kemal yapmıştı:
- Arkadaşlar, kılıç ile fetihler yapanlar; sapanla fetihler yapanlara mağlup olmaya ve sonunda mevkilerini bırakmaya mecburdurlar. Nitekim Osmanlı saltanatı da böyle olmuştur. Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Romenler, sapanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişler; bizim milletimiz de, böyle fatihlerin arkasında serserilik etmiş ve kendi anayurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara mağlup olmuştur.

Ne var ki tek parti dönemi de, yine hamasi birtakım hipnozlar yarattı durdu.
Ve toplumun ekonomik tablosunu saydamlaştırmak suç sayıldı. Sade ekonomik tabloyu saydamlaştırmak değil, "yoksullukötan söz etmek dahi suç sayıldı; bölücülük sayıldı; hatta ve hatta Türk düşmanlığı sayıldı.

"Demagoji"nin eski Yunancadaki karşılığı "halkı yönlendiren" demek.
Çağdaş karşılığı ise, "halk dalkavukluğu yaparak, halkın itibarını kazanmak" demek...
Halk dalkavukluğu ile;
gerek ekonomik bilinç,
gerek hukuk ve tarih bilinci zıtlaşmada...
Ve güncel demagogların eteklerine yapışmayanlar da, usulca filitlenmede...

Çetin Altan

Salı, Şubat 26

Bir kuzine olsa şimdi;

Taze zeytinyağı kokusu, fırından gelmiş ekmek ılığı ve boğuk ateş sesi... Şimdi bir dağda, dünyanın en güzel yerinde, dünyanın en berbat meselesi üzerine bir kitap yazmaya çalışırken, aklım oralara gidiyor. Boğuldukça aklım kaçıveriyor. Aklım, yıllar önce, bir Ege kasabasının, sofalı mutfağındaki insan kokulu o divana, divanın karşısında durmadan yanan o kuzineye gidiyor.
Patlıcan kızartması sesi, orman gibi kokan odun tozu, rüzgârda güllerin birbirine değme gürültüsü.
Düşünüyorum da şimdi; Tanrı'nın en büyük hatası çocuklara vermesidir çocukluğu...
Hepimizin bir anı var muhakkak. Çocuk olduğumuzu, bu zamanın geçiciliğini bilmediğimiz, henüz zamanı bilmediğimiz zamanlardan kalma bir an.
O zamanlar sonradan hatırlayacağımızı hiç bilmeden, içinden geçip gittiğimiz bir an. Sonradan, dünya ve insanlık hikâyeleri çamurlu bir sümük gibi üzerimize yapıştığında, silkmeye çalıştığımız her an yüzümüze gözümüze bulaştırdığımızda, aklımızın içinde iki cam tabaka birbirine çarpa çarpa kırılır gibi canımız acıdığında hatırlayıp dinleneceğimizi, hatırlayarak bir mola alacağımızı hiç bilmediğimiz anlar.
Gözümüzün önünde bir çocuk büyüse şimdi, biz onu izlerken bilebilir miyiz acaba o anın onun için hangi an olabileceğini? Artık kuzineler kalmadığına göre ne biriktiriyor çocuklar geleceğe?
Akıl, bazen öyle çaresiz kalıyor ki, belleği çağırıyor yardıma herhalde. "Bana bir yer bul" diyor, "Biraz dinleneyim".
İşte o zaman o an, hatırladığımızı hiç bilmediğimiz o zaman aralığı çıkıp geliyor çok eskilerden. Sonsuz huzur, sonsuz kaygısızlık, sonsuz güvenlikle dolu bir zaman ve uzay parçacığı.

Benim parçacığım kuzineyle ilgili. Ya sizinki neyle?
Kimsenin çocukluğu çok iyi geçmiş olamaz. Çocukluk denen şey iyi geçemez çünkü.
Kim ki çıkıp karşıma "Çok şahane bir çocukluk geçirdim" desin, on beş dakika verin bana, ispatlarım size yaralarla dolu bir çocukluğu olduğunu.
Hiçbirimiz yeterince sevilmedik çünkü. Çünkü yeterince sevilmek diye bir şey yoktur. İnsanlık daha çözemedi bu sorununu, kimse henüz sevginin ne kadarının yeteceğini bulamadı.
Ne ki hepimiz olduk işte, geçti gitti. Artık bize gereken "süper geçmiş çocukluk yılları" değil zaten. Sadece o bir an gerekli bize dünyaya dayanabilmek için, insanlığın hikâyelerine.
O bir anınız varsa işte yırttınız demektir. Aklınızın içinde, bazen birbirine çarparak etinizi kese kese kırılan cam tabakalara, o çarpışmaya ara verebilirsiniz, aklınıza kaçacak bir yer bulabilirsiniz demektir.
Bir kuzine olsa şimdi.
Dışarıda yağmur yağsa.
Dedem bana sarı saat alsa.
Beyaz tabaktaki zeytinyağına düşse güneş perde sallandıkça.
Divanda yattığım yer ısınsa ısınsa.
Uyanıkken gördüğüm rüyayı,
rüya olduğunu bilmeden takip ede ede uykuya dalsam.
Ölümle ve açlıkla ilgili bildiğim şeylerin hiçbirini bilmesem.
Patlıcan kokmaya başlayınca uyansam.
Kuzinenin kapağı açılsa, peynirli börek çıksa içinden.
Sevdiğim herkes gelse, hepsi sığsa bir divana.
Ekmeğin az kızarmış yanağını kolumun beyaz içine benzetsem.
Bunu kimseye söylemesem o zaman, yıllar sonra bir yerde yazacağımı bilmesem.
Dışarıdaki zeytin küfelerinden bir koku gelse,
küplerdeki zeytinyağı titrese birileri yürüdükçe.
Böyle küçük şeylere baksam hep, bir şeyleri bir şeylere benzetsem.
Bu benzetmelerin sonra insanı yazar edeceğini,
yazarlığın insanlığın pis meseleleriyle ilgilenmek mecburiyeti olduğunu bilmesem.
Yine keşke kuzineden başka bir şey... Bilmesem.


ece temelkuran

Güz


Günler gitgide kısalıyor,
yağmurlar başlamak üzre.
Kapım ardına kadar açık bekledi seni.
Niye böyle geç kaldın?

Soframda yeşil biber, tuz, ekmek.
Testimde sana sakladığım şarabı
içtim yarıya kadar bir başıma
seni bekleyerek.
Niye böyle geç kaldın?

Fakat işte ballı meyveler
dallarında olgun, diri duruyor.
Koparılmadan düşeceklerdi toprağa
biraz daha gecikseydin eğer...

nazım hikmet

düşünce/düşününce

Kimi: durup dururken çakıverir, yakar, aydınlatır.

Kimi: parlarken söner, iz bile bırakmaz.

Kimi: çalışıp çabalarsın, bağırıp çağırırsın bir türlü gel­mek bilmez.

Kimi: kovarsın gitmez.

Kimi: sımsıkı kapatırsın kendini, gene de içe sızar.

Kimi: gelir gider, gider gelir, gelir gider...

Kimi: bakar büyütür, okula gönderir, sokakta gezdirir, alanlarda dolaştırırsın, gene de adam olmaz. Günün birinde bir bombaya dönüşüp öz-bilinci yakıp yokeder.

Kimi: umutsuz, bir yana atarsın, bir de bakarsın, günün bi­rinde, kıvrılıp kaldığı bilinçaltında en güzel çiçeklerle be­zenmiş.
Pek azı, pek azı düşüncelerin: doğar, büyür, gelişir, ser­pilir, olgunlaşır, meyve verir.

Öyle bir çiçek ki düşünce, — su, hava, toprak, yel, ısı, nem, güneş... herşey upuygun, tam kıvamında olacak herşey.

Yetmiyor gene de. Sonra gereken ne peki? Beklemek, özellikle beklemek, hiçbirşey yapmadan beklemek.

Şaşılacak şey şu ki, her yüzyılda insanı gerçekten hayran bırakacak nitelikte beş-on özgün çiçek boyatıp gelişiyor.

Düşünce, başıbozukluk anlamında özgürlük değildir.

Her şeyden önce düzgün düşünmek gerek; buysa çekidüzen ister.

Boyutlarını genişletmek için zaman zaman deliliğe özense bile, düşünce olmaktan çıkmak istemeyen düşünce, kendi de koymuş olsa, birtakım kurallara uymak zorundadır.

Doğuştan bazı yatkınlıklar olmadan gerçekleşemese de öğrenmeye dayanan bir insan başarısıdır düşünme.

Evde, so­kakta, okulda, işyerinde, olaylardan, başkalarından, özbenden, yanıla düzelte öğrenilir düşünme.

Bizim gibi düşünenleri, en güzel nitelemelerle bezeriz: akıllı, anlayışlı, iyi, soylu, yüce...

Bizim gibi düşünmeyenleri en aşağı erdemsizliklerle ba­tırırız: akılsız, kör, kötü, erdemsiz, zavallı.
Benim gibi düşünmeyenlere çok şey borçluyum:
Bana taban tabana karşıt olsalar da, benim düşündüklerimi çü­rütmekten başka bir amaç da gütmeseler,,,
hınca kapılmaz ak­lımı kullanırsam, düzgün düşünmenin büyük ölçüde koşulu, vazgeçilmez yardımcısı onlar.
— İçtenlikle böyle düşün­müyorsak, düşündüklerimize belbağlanmasını istemeye pek hakkımız yok.
Önemli olan düşüncelerimizle karşımızdakini tutsak almamız değil, onunla birlikte düşünmemizdir.
Bir düşüncenin benim olması, gerçekten olgun olmasını gerektirmez.
Ne var ki olgun bir düşüncenin benim düşüncem olmasına çalışmalıyım.
Buysa düşünürken çok kez başkalarına başvurmamı kaçınılmaz kılar.
Ne var ki bunu hiçbir yan-duyguya kapılmadan, seve seve yapmak gerekir.

Yanlış Bir Düşünme Politikası
Örneğin, ağaçların yeşilini "ışın bileşimi" başlığı altında topladığımız belirli bir düşünme işlemiyle kendimize aydınlık kıldığımızı söyleyebiliriz.
Bu, yararlandığı yöntem, kotardığı deneylerle fizik bir aydınlatma olarak saygıdeğer bir başarıdır, kuş­kusuz.
Ne var ki bu açıklayışın biricik geçerli yol olduğunu savunmak, pekçok kimse bu yolun yolcusu olmaya özense de, insanı çileden çıkaran bir tutumdur aslında.
Hele ağaç­ların yeşilini,,,güneşle dalların evlenmesi diye tasarlayan ozanları,,, yeryüzünün güzellik bezeği diye anlayan res­samları evrende yeri olmayan kişiler diye görmek, son de­rece üzücü bir açıklama tutumu.

Bütün yıkım şurdan geliyor:

önce herşeyi doğal bir­liğinden çekip tek tek elealıyor, sonra da birbiriyle olan iliş­kilerini ortaya koymak için akla karayı seçiyoruz.

Sözgelimi: düzgün düşündüğümüzü sanıp insan'ı toplumdan ayırıyor, sonra da toplumla bağlarını bulmaya çalışıyoruz; öğrenciyi öğretmenden ayrı tasarlıyor, sonra da birbirlerine yak­laştırmaya savaşıyoruz. Yeşil yaprağı güneşten ayrı elealıyor, sonra aralarındaki bağı kurmaya kalkışıyoruz.

Oysa herşey birbiriyle kaynaşmış, herşey birlikte, herşey, varlık gereği bu böyle, canlıyla cansız, insanla toprak, havayla ateş, ölümle yaşam.


Düşünmek, bir çeşit borçlanmaktır.

Bu tür borcu yanlış'la öderiz; karşılığında doğrular sağlarız ama.


Düşünmek:
herkesin yürüdüğü yollardan başka yollarda yürüme yürekliliği göstermek gerektirir.
O yollar dönüp dolaşıp herkesin gittiği yola götürse bile, hazır yolların sürüyle yolcusu ile kendi yolunu kendi açan tek yolcu arasında büyük ayrılıklar vardır.

Başkası Düşünsün

"Benim yerime başkası düşünsün" diyen, bu olumsuz dav­ranışın tüm sonuçlarına katlanmak zorundadır.

Kendine ve başkalarına soyut-somut yollarda yardıma ça­lışan herkes, özünü yeniliklere bırakmak, ürküsüz soruştur­mayı göze almak zorundadır.

Nermi Uygur

Yaşama Felsefesi/Denemeler






Özdemir Asaf'ça




















Hangi eve
Başımızı soktuysak..
Yer yerinden oynadı
Aşkımızdan.

Büyük aşklar
Eve sığmaz diye
Bir şair sözü vardır da,
Ondan.


_______________________

Bana yalanlar söylese yetinecektim.
Ama yalan söyledi.

_______________________

Şimdi bütün anmalar bir susmanın içinde..
Şimdi bütün susmalar bir odanın içinde..

Anlatmaya bir sözcük, bir bakış arıyorlar,

Önce sakladıkları, bir adamın içinde.

_______________________


Adının üstüne
Anılar koyma.

Sen mezar değilsin.


Anılar

Adının ardından gelsin.

Sen duvar değilsin.

_______________________

Gülüş bir yanaşımdır bir öbür kişiye;
Birden
iki kişiyi döndürür bir kişiye..
Anılarından kale yapıp sığınsa bile,

Yetmez yalnız başına bir ömür bir kişiye.

_______________________

Seni bende, beni sende arıyorlar,
Beni senden, seni benden tanıyorlar,
Bir birim gibiyiz tümünün gözünde,
Yarım'larımızı bütün sanıyorlar

_______________________

Kuşlar uçmak için doğmuş;
Kemiklerinin boş olmasından anlıyoruz.

Açık ve bilinen bir yönü yok insanların.

Onu biz yaratıyoruz.

_______________________

Onun güzelliğini herkes görüyorsa o bence az güzeldir.
Herkes biliyorsa o bence hiç güzel değildir.

Onun güzelliğini yalnız ben görüyorsam bu sevgidir.

Yalnız ben biliyorsam bu aşktır.

Hiç kimse görmüyorsa bu yalnızlıktır.

_______________________

Düşünürken kendimden başkasına inanmam.
İnanırsam ben senden başkasına inanmam.

İnanınca düşünür, yönelir sana doğru;

Seninle ikimizden başkasına inanmam.

_______________________

Ölünceye kadar beni bekleyecekmiş,
Sersem.

Ben seni beklerken ölmem ki..

Beklersem.

_______________________

Her tomurcuk, bir çiçeğin uykusuna
Her çiçek, bir yemişin kuşkusuna

Her yemiş, bir böceğin korkusuna

Uykusuzca, kuşkusuzca, korkusuzca yürür

_______________________

Seni görünce
Aynı anda geçer aklımızdan

Aynı düşünce..

Bir duvar gibi aramızda

_______________________

Son isteğin nedir?
Sorusu,
Çok, çok kolaydır,
ilk isteğin nedir?
Sorusundan.
Çünkü,
O soruyu
Kimse kimseye soramadı,

Korkusundan.

_______________________

Ölebilirim bu genç yaşımda,
En güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirim.

Şimdi kavak yelleri esiyorken başımda,

Sevgilim,

Seni bir akşam-üstü düşündürebilirim.

_______________________

Okulda,anladıkça başaracaksın.
Yaşamda,başardıkça anlayacaksın.

Gelecek mutlu-mutsuz,inanmasan da;

Gözlerin yaşardıkça anlayacaksın.

Yalnızlık paylaşılmaz.

Paylaşılsa yalnızlık olmaz.

_______________________

Bir öykü var sakladığın
Bir öykü var ardında duran

Bırak onu uyansın

Şimdi sen bir anı düğümü önümde

Duvar cana uzanıp duran

Taşlaşmış yükünle uyu yansın

_______________________

Yalnız kaldınız sanırsınız,
Biliyorum.

Yalnız bırakılmışsınız,

Biliyorum
Ötesi yok.
Yalnız
Kendi ben'inin Sen'idir.

_______________________


Sevmek Nokta almaz Çocuklar.
Sevmeye nokta koyan
Sınıfta kalır.
Onun,
Virgülleri vardır
Çocuklar.

Sevmek noktalanmaz;

O, noktadır.



İçin İçin

Toprak kazmak
Başında dikim için
Sonunda ölüm içindir

İnsan kazmak

Başında ekim için

Sonunda görüm içindir

Birim içindir

Varım içindir

Bugün içindir

Yarın içindir

Bütün için

Yarım içindir

Belki önce benim için

Ama ondan sonra hep

Hep senin içindir

Özdemir Asaf

Demek ki;


Eskiden bir deyim vardı

Mutluluklar için söylenen..

Gül bahçesi,
kuş kafesi

Gibilerden.
Demek onun için

Gül uçtu kafesinden,

Kuş da bahçesinden..


Kafesle bahçenin yersizliği yüzünden

Özdemir Asaf

Evde Kalmış Kız Manifestosu



1. Yalnızlık Allah'a mahsustur diyerek her insanı evliliğe mecbur bırakmak, insanoğlunun geliştirdiği en büyük aldatmacalardan biridir. Nuh'un Gemisi'ne çiftler halinde bindik diye,tüm yolculuğu çiftler halinde yapmak zorunda değiliz...


2. Nasıl oluyor da tüm geleneksel toplumlarda, evlenmeyip de kendini ibadetine ya da mesleğine adayan herkesten saygı gördüğü halde, günümüz toplumunda "evde kalmak" acınası bir durum sayılmakta?


3. Ve nasıl oluyor da evlilik bir kadın ile bir erkek gerektirdiği halde,"evde kalmak" tabiri sadece kadınlar için kullanılıyor?


4. Bir kadın eğer hiç evlenmemişse ve sürekli iş/aşk/şehir değiştirmişse,bir yerde sabit kalmamışsa onun için de "evde kalmış" mı demeli? Yoksa "otelde kalmış","seyahatte kalmış","gurbette kalmış" gibi yeni tanımlamalara ihtiyaç mı var?


5. "Evde/otelde/seyahatte/gurbette kalan" kadınlara itibarı iade edilmeli. Onlar,tıpkı premodern zamanın münzevileri gibi sayılmalı,saygı görmeli.


6. "Yuvayı dişi kuş yapar" lafı yanılsamadır. Çünkü her dişi kuş her mevsim yeni bir yuva yapa yapa yaşayıp gider. Kurduğu kadar terk etmesini de bilerek. Ömür boyu aynı yuvada kalan kuş yoktur.


7. Göç ve göçebelik, değişim ve değişkenlik bu hayatın elifbasıdır. Öyleyse biz kadınlar ne bir yastıkta kocamak zorundayız ne de gökten düşecek elmaları beklemek.


8. İlla da evlilik/yuva metaforuyla konuşmak gerekiyorsa, diyebilirim ki; "edebiyat benim kocam,kitaplarım da çocuklarım.Bu durumda evlenip çocuk yapmaya kalkmam ancak edebiyatı boşayarak ya da onun üstüne kuma getirerek olur."


9. Edebiyatı boşamak söz konusu olamayacağına ve hiçbir koca adayı da bir başkasının üstüne "kuma"gelmeyi kabullenmeyeceğine göre demek ki ebediyyen evde kalmış kızım.


10. İşbu kağıt parçası da benim manifestom.


Elif Şafak / Siyah Süt

Pazartesi, Şubat 25

Kelebek & Butterfly


Yorgun bir kelebek
düşünde sevi
kısacık ömürde
yaşam ötesi
yaşam çığlıklarımız.


zor olan sevmek değil,
gülümseyebilmek.

göz bebeklerinde
bir aşkı tutup
tutkulu mu,
tutuklu mu
bilmeden yaşayabilmek.

her sorunun
bir üçüncü cevabı yoksa
yaşadığımız yaşam değil
işkence
üç tek'dir cevaplar içinde

yüreğin,
yüreğimin kardeşi mi
ya sen sevdiğim
sen ne kadar benimsin
yüreğin söyleyebilsin.

ilk ışıklarında
doğan güneşin
prematüre bir bebek çığlığında

güven katili bir korku
neyin çilesi çektiğimiz
sevi güveni yaşatır,
güvense seviyi besler içimizde.

yanlış sevdaların değil
yanlış zamanların faturası
gözyaşları, korkular,
güvenmelisin
güvenebilmeli yüreğim.

sevdiğim
tut ellerimden
bastığım toprak kaymasın

Rüya da olsa
yaşamak güzeldir bir şiiri
Ya Sen
Sen söyle var mısın??

mutluluk ağacımda
sevinç çiçeğimdin
aldın, verdin
ve beni yendin
paylaştığın sevi sardı
yüreğimin yüreğinde evi vardı...

iki şımarık çiçek
dileğinde ifadeler
ellerini serbest bırak
zorlama sakın hiçbirşeye
ne ürk
nede beklenti say
yazmayı sevdiğim kadar
kalbine yaslanıp dinlemeli

bana sen canı anlat
kuş kalbinin sevincini
kıpırtıları ve sarsıntıları ürkmeden,
beklentisiz bilerek
özgür ve rahat...

kader, keder
istenmeyen misafirler
yetiştirip büyüttüler bizi
hüznün kollarında
onlar gitsin
duyarsız sevgisiz insanlara
seviyi öğretsin...

geleceğinin düşü,
gitmelerin hüznünü silsin...
ellerim
uslu bi çocuksun sen
hiç olmadığın kadar.

sen günebakan ben yere
düş gezgini bir yürek
alnımda dudakların
düşlerimden korkuyormusun?
ya da gerçeklerimden???

gel tut ellerimden
birlikte koşmak da güzeldir
birlikte konuşmak da
dinlemenin büyüsü
dinginliği de getirir
ve suyun berraklığını
akıcılığını ellerimizin
şimdi gönüller kanat çırpar
-hey ufukta yolculuk mu var!

nasıl bir hayal gibi geldiysen
bir gerçek gibi kal öylesine
dağlara birlikte tırmanırız belki
serin vadilerde konaklarız
deli mavilerde,
tende tuz tadı
bir pınarbaşı serinliğini
düşlemek yaz sıcağında
ve ıslanmak yağmurda delicesine
güçlü rüyalar ülkesine Hoşgeldin!

ve bana seni anlat
anlat ki kendimle kalmayayım
sensiz elim tutmaz gözüm görmez
madem ki..,
elin elimde seni bırakmam
yagmur fırtına boran
gelmişsen gidemezsin....

kaçmak gerek yalnızlığa
ve paylaşmak bir düşü
olanca güzelliğiyle
hayale ortak olmak
yön vermek dilediğince hatta
sevgiyi tanımlamak gerek bazen
olabildiğince düşlemek
umutsuzlukdan bir umut
imkansızlıktan imkan doğar
bitirme beni içinde yaşat..

hiçbir duvar
kelebeğin düşlerine
engel olacak
kadar güçlü değil!!!

geldinse durma
dokun ellerime...
köleliğini seviyorum ellerimin
o eller ki seni yazar
o eller ki seni dizer
o eller ki seni çizer
seni sevdiğim gibi
ellerimi de seviyorum
bitmedi ömrün,
hey kelebek!
hadi yaz..

Her su veren ele açmayan
narin çiçek,
kara gecelerin kör kelebeği
ellerimde gözlerim
hey!
ümit ışığım gel desem
gelmeyecek misin???

her sevinç biraz öyledir..
yine de,
güçlü elleri olmalı adamın
toprağa dokunduğunda
sarsılmalı yeryüzü
ve güçlü kolları
sardığında bir kadını
güçlü gözleri olmalı
baktı mı delip geçmeli
mıhlamalı sevdalara
en önemlisi
güçlü bir yüreği.

derim ki;
yüreğime yaslan...
dirensin kalplerimiz
bir dalda iki yaprak gibi
düşlemek ve
bir sarmaşık gibi
tutunmak....

kanatlarını haketmiş
sevi kuşlarımız
uçsunlar,,
özgür ve yine güvenle gelsinler
gönül kafeslerine
adını yüreğimde duy
ve huzurla yanımda uyu...


sarıl bir dala tutunur gibi
sarıl bir seviyi içinde hissedip
sarıl iki yarım elmanın sevdası
sarıl kavuşmalar gördüğüm anlardır
ve düşünü kurdugum dünyada seninleyim
bir ömür boyu...

hey sen
karanlıklardan korkan
ışığı yanında taşır mısın???
o yıldız değil ki
yüreği "aya benzer" bir adam...

kelebekler
öykülerde yer ettiler
isterim ki kollarımda dinlenesin
sıcaklıgı kadar insanın

serinliği de gerekiyor
sana dağların doruklarından
serin rüzgarlar getirmeli

Ve bir gün şiiri keşfettim
Ya da rüyanın resmini yapmayı
Ne Kadar Sevsem de Seni
Bunu Sana Vermeyeceğim...

Erkan BAL (Kelebek adlı şiir kitabından alıntılar)