bir noktadan sonsuz sayıda doğru geçer: 03/01/2008 - 04/01/2008

Perşembe, Mart 27

Anneler ve "Projeler"i


  • Bazı kızlar bazı annelerin hayatı yenme girişimidir. Anneler nereden yara aldılarsa kızlarının zırhının tam o noktasına çifte su vermek isterler.
    "Madonna küçük kızı için, şarkıcılık hayatı boyunca giydiği sahne kostümlerinin aynılarından diktirdi."
    Bu haberin yayımlandığı gündü, gazetelerde Hülya Avşar ile ilgili bir haber daha vardı. Akşamları Yasin okuduğunu anlatan Avşar şöyle diyordu:
    "Zehra beni taklit ediyor. Başına bir örtü alıp bir kitabı okuyor gibi yapıyor."
    Herhalde kendinden çok emin olan insanlar, kendilerini bütünüyle onaylayanlar, çocuk yapmak konusunda daha cesaretli olabilirler.

"Mütereddit ruhlar" herhalde daha zor cesaret edeceklerdir kendilerinden bir tane daha yaratmaya (!). Hatta onlara çocuk yapmak "cüret" edilecek dev bir kalkışma gibi gelecektir. Onların hayatta giydikleri "sahne kostümleri" hep bir yerlerinden sarktığı, üstlerine hiç tam oturmadığı için, kızlarına aynılarını diktirmeye o kadar da hevesli olmayacaklardır. Kızlarını "projeleri" olarak üretmek, büyütmek büyük bir küstahlık gibi gelecektir onlara. Bir insanı bir proje olarak üretmeye cüret etmek şöyle dursun, kendilerindeki arızaları kızlarına aktarmak korkusuyla irkileceklerdir.
Bu irkilme yüzünden anneler, hayatta kendileri nerelerinden kırıldılarsa, kızları için tasarladıkları çelik zırhların tam o noktasına çifte su vermek isteyeceklerdir.

Kızlar, annelerin, hayatı "bari bu kez" yenme hamlesidir çünkü. Hiçbir zırh "hayat geçirmez" değildir halbuki. Bu yüzden işte bu "proje" hep hedefi ıskalayacaktır.
Kızlar, tam da annelerinin en beğenmedikleri yumuşak karınlarına sahip olduklarını vakti gelince görecekler; her kız vakti gelince annesinin bir benzeri olduğunun farkına varacaktır.
Zırhın yumuşak karnı anneden kıza geçecek veya zırhın başka bir yerinde unutulmuş bir zaaf kalacaktır. Bu gedik yüzünden yabancılar tarafından hırpalansa bile kız çocuğu, anneyle, ayaklar alta alınıp divan üzerinde yapılan konuşmalar o delikler, o gedikler sayesinde daha "insanca" bir tat içerecektir.

Bir göz kararma anıdır herhalde bebek yapmak; yani yoksa nasıl?
Düşünmeye başlayınca çok korkunçlaşan bir şey değil mi aslında?
Ya seni sevmezse?
Ya her şeyi berbat edersen?
Ya sendeki bu kırık dökük arazlar, bu berbat ruh halleri, hoşlanmadığın bütün o şeyler ona da genetik olarak geçiverirse?
Ya da bütün bu arazlar geçmez de seni anlamayacak, senin de anlayamayacağın bir kız çocuğuyla burun buruna gelirsen?
Ya para biterse?
Ya uykusunda yüzünü yastığa gömer ve sen de bunu fark etmezsen?
Konuşamadığı dönemde onu hiç anlayamaz ve kendini derin bir çaresizlik içinde hissedersen?
Ya da acaba bebek doğunca beynin bütün bu acayip işleyişi hormonlar yüzünden değişiyor da insan genişliyor mu acaba?
Bütün bu çocuklar nasıl yapılırdı yoksa?
Dağda bayırda doğanlar, hastane köşelerinde kendi kendine çıkanlar... Var muhakkak orada bir abra kadabra.

Kendi "kostümlerinin" aynısını kızına diktirmekten çekinen anneler, herhalde hayat kostümlerinden tastamam emin olmayanlar, kendini kör bir biçimde onaylayıp durmayanlardır. Yaşama ve daha iyi bir insan olma telaşı içinde hep bir yerleri yırtılan, eteğinin sarktığını hep sonradan fark eden, payetleri kırık kostümler, kostümlüler...
Onların kızları, elbette zırhlarında deliklerle, sıyrılmaya açık etleriyle dolaşacaklardır yaşamak adlı meydanda.
Bu yüzden işte dinlemeye değer cümleleri onlar kuracaklardır.
Çelikler içinde dolaşanların hiçbir zaman söyleyecek iyi bir cümlesi olmayacaktır.
"Başarılı projeler", başarısız kalpler yaratacaktır...


Ece Temelkuran

Perşembe, Mart 20

Su Kabakları

http://sukabagievi.spaces.live.com/
Su kabağının Alanya'da sanatsal açıdan 1970'lerden bu yana özel bir yeri vardır. Çeşitli ebatlarda ve boylarda bulunan su kabakları, renk renk değişik figür, motif ve renklerde boyanarak yöremize özgü bir süs eşyası olarak Alanya ile özdeşleşmişdir. Müzik alanında "kabak kemanı" isminde bir müzik aleti olarak da karşımıza çıkan su kabağı, günümüzde abajur, aplik, saklama kapları, kalemikler vb. mutfak, büro malzemeleri olarak değerlendirilmekte ve üzerinde çeşitli desenlerde boyanıp şekil verilen bay/bayan figürleri, Alanya'nn birer simgesi olaak hayatımızda yerini almaktadır.











___________________________________________________


Bir yandan kaybolan el sanatlarımızı yaşatmaya çalışırken,bir yandan da yeni otantik el sanatları ortaya koymak zorundayız..Su kabağı tohumunun ekilmesinden itibaren lamba halini alması yaklaşık bir yıllık zaman almaktadır.Yetişmiş kuru bir su kabağının lamba halini alması ise ,zahmetli bir 8-10 saatlik çalışmanın sonucudur."Kabak Lamba" olarak adlandırdığımız ürünlerimizi beğeninize sunuyoruz...Diyor,,,NERESİ;

http://www.sukabagi.com/










Su kabağı; kabakgillerden olup sarmaşık türünde yetişen bir bitkidir.Latince adı Lagenaria Vulgaris'tir.


Form olarak sayısız şekilde olan su kabağı kurutulduktan sonra tarih boyunca çeşitli alanlarda kullanılmıştır. İçi çakıl ve tuzlu su ile temizlendiği zaman içme suyunun depolanması için kullanılmış ve hatta sıcak yaz günlerinde suyu soğuk tutma özelliğinden dolayı bir termos vazifesi görmüştür. Şimdiki zamanda balıkçıların kullandıkları şamandralar önceden çoğunlukla su kabağından olmuştur. Eskiden çocuklar yüzmeyi su kabağı kullanarak öğrenmişlerdir. Sıcak suyu bir yerden bir yere aktarmak, su içmek gibi amaçlarla kullanılan su kabakları eski mutfakların vazgeçilmez gerecidir. Yağ,un gibi malzemeleri saklamak için kullanılmış, evlerde şekerlik, kolonyalık ve çiçek saksıları olarak yerini almıştır.

Orda Bir Köy Var Uzak'ta



Tesadüfen karşılaştığım satıcı ile uzun yıllar önceye gittim, bir anda çocukluktan hafızama tab ettiğim görüntüler canlandı. Çocukluğumda her çocuğun bir de 'köy'ü vardı. Öyle 'gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür' ezgisindeki gibi değil üstelik, bayramlarda, düğünlerde, cenazelerde, yaz aylarında mutlaka giderdik.


1925'li yıllarda Lozan Antlaşma'sının ek protokolleri ile Balkanlarda yaşanan müdabelenin mübadillerinin yerleşip, yaşadığı köylerden bir köy idi,,,annemin köyü. Ençok türkçenin az kullanımından sıkıntı duyardık, yalvar yakar annanemize, dayılarımıza, yengelerimize 'ne olur türkçe konuşun' diye yalvarırdık. Onlar da illa bize kendi dillerini öğretmeyi görev edinmişçesine habire ders verirlerdi.

Müdabele seferinde yanlarında yüklerinden gayrı, dillerini, kıfayetlerini, geleneklerini, türkülerini, yemeklerini de getirmişlerdi. Tüm bunlarla ve daha niceleri ile günlük yaşamımızda hiç karşılaşamadığımızdan, köye gitmek bizim için büyük serüvendi.



Köyümde evlerde ilkin çeşme yoktu. Köyün kadınlarının ama en çok da kızlarının sabah, akşam rutin işlerinden biri idi, su taşımak. Pırıl pırıl bakırlar omuzlarda bakraç adını verdikleri özel sopalara çifter çifter asılırdı. Özenirdik.., sanırım bakraçlar da ağaçlardan boy boy yontulurdu ki, bize kısa olanlarından bulurlar, küçük küçük de bakır kapları ucunu asarlardı, boş iken sorunumuz olmazdı, kurum kurum kurularak omuzumuzda bakraçlar, bakraçların ucunda sallanan bakır kaplar biz de onlarla birlikte çeşmenin yolunu tutardık. Ancak, çeşmeden suyu doldurduktan sonrası tam bir fiyasko idi, bakraçı omzumuza ortalamayı beceremezdik, birkaç kere suyu dökerdik, hadi becerdik diyelim iki adım atamadan yürüyüşümüzdeki sallantıdan kaplar bir o yana bir bu yana uçuşur, üstümüz başımız su içinde kalırdı. En sonunda bakırları elde taşırdık ya, omuzda taşıyan köyün kızları kuş gibi adımlar atar iken, biz soluk soluğa kalırdık.

Çeşmede doldurulan bakırların bir kısmı sundurmada büyük kazana boşaltılır, çamaşır, bulaşık, hamam için kullanılır, bir kısmı da sıra sıra özel yerlerine asılırdı. Üstlerine de örtü örtülür ve sadece içmek için, yemeklere katmak için kullanılırdı. Su dolu bakırların dizilip asılması için mutfakda bir duvarda özel bir yer yapılmıştı, duvarın bir ucundan diğerine de yüksekçe bir ip gerili idi, burada da boy boy sarı ve turuncu arası susaklar asılı idi...Su içmek için işte bu susaklar kullanılırdı.
Susaklar; su kabağı'nın toplamıp bir tarafının kesilerek içinin boşaltılmasından sonra kurutulması ile temin edilirdi ve o yıllarda bardak vazifesinden başka, bakliyat, un gibi kuru gıdaların da kullanımında işe yarardı. Kazan kazan kaynatılan düğün yemekleri tabaklara susaklarla dağıtılırdı.

Hala uzun yıllar öncesinden buram buram duyumsadığım hoş bir kokusu olurdu susakların. Suyu kana kana içerken, bu rahiya da eşlik ederdi.

Su kabakları ile bugün bir kez daha karşılaştım, üzeri desen desen boyalı (hatta bugs bunny resimlisi dahi var) susaklar, içlerine küçük ampul yerleştirilmiş çok da güzel dizayn edilmiş lambalar satan bir satıcı sayesinde...

Yüz'ümüzden Haberler

Yüzdeki organlar ile vücuttaki organlar arasında sıkı ilişki bulunuyor. Yüzde yaşanan rahatsızlıklar zaman zaman vücuttaki organların zayıf düşmesinin bir sinyalidir. Bundan dolayı yüzdeki organlarda görülen ve önemsiz sayılan bazı rahatsızlıklar ihmal edilmemeli.
1. Gözün net görmemesi ve gözde yaşanan kuruluk. Bu karaciğerin zayıf düşmesinin bir belirtisi olabilir. Karaciğerin bulunduğu yerin etrafına basıldığında şişkinlik hissediliyorsa zamanında doktora başvurmak gerekiyor. Bunun yanı sıra gözü fazla yormamaya da dikkat edilmeli, çünkü göz yorgunluğu karaciğeri olumsuz etkileyebilir.
2. Kulakların çınlaması ve seslerin net duyulmaması. Bu böbreğin işlevinin zayıfladığının işareti olabilir. Bazen ayak ağrısı ve idrar sıklığı gibi belirtiler de beraber görülebilir. Özellikle yoğun çalışan insanlar gerekli istirahata önem vermeli, içkiyi fazla kaçırmamalı ve biber gibi tahriş edici yemeklerden uzak durmalı.
3. Koklama duygusunun zayıf düşmesi, sık sık öksürük ve bazen nefes zorluğu yaşanması. Bu durum, akciğerin çalışmasındaki anormalliğin habercisi olabilir. Bu tür rahatsızlık hissedenler her şeyden önce beslenmeye dikkat etmeli, sigarayı bırakmalı ya da sigara sayısını kontrol atına almalı ve sigara içenlerden uzak durmalı. Bunun yanı sıra taze meyve ve sebzelere ağırlık verilmeli.
4. Dudakta uyuşukluk yaşanması ve günden güne zayıflaması. Esas olarak düzensiz beslenmenin yol açtığı bu rahatsızlık, pankreasta sorun olduğunu haber veriyor. Pankreasın zayıf düşmesinden dolayı mide zarar görür ve dudak kurur ve uyuşur. Bu rahatsızlığı yaşayanlar düzenli beslenmenin yanı sıra, çiğ, soğuk ve yağlı yemeklerden de uzak durmalı.
5. Tatmada yavaşlık ve tat almamakla beraber uykusuzluk ve kalbin hızlı atması gibi belirtiler. Bunlar kalbin zarar gördüğünün bir sinyali olabilir. Ağzının kuruduğunu hisseden ve yemeklerin tadını alamayan biri kalp hastalığına karşı uyanık olmalı.


http://turkish.cri.cn/281/2007/09/12/1@79734.htm

Çarşamba, Mart 19

Yuvadaki Şeytan

İki varlık... iki küçük insan larvası...
Ürkütürcesine kocaman ve korkunç dünyamızda iki ufacık insan, sabahın dokuz buçuğunda bir apartman dairesinde kapalı... aynı soyadı, aynı beklenti ve aynı yazgı içinde kapalı iki zavallı...
Ve, bunların sade ve sade ikisi oldukları için mutlu olmalarını mı beklersiniz?
Bana göre mutlu olmaları umudu ile birbirleriyle evlenen iki kişi, en azından bu kararı vermiş oldukları anda dahi mutlu olma şansına sırtlarını çevirmiş durumdalar.
Evlilikte mutluluğu amaçlamak, iki milyona otomobil ya da asalet ünvanı elde etmeyi amaçlamaktan farklı bir şey değildir.
Kesin olan tek şey, hesap ile sayıların aşk konularında daima öç almakta olmalarıdır.
Başka türlü hareket etmelerinin imkansızlığının bilincinde olduklarında, bu iki kişinin evlenmesinde tek neden, her ikisinin de diğerinin yokluğunda yaşamanın imkansız olduğunu görmeleridir. Bu, olabilir; en ufak bir romantizm, en ufak bir duygusallık, en ufak trajik bir öğe olmaksızın.... Bu, her gün olabilir...
Aşk veya diğer herhangi başka ne ad verilirse verilsin, bu dünyanın en güçlü ve de en farklı duygusudur. Ne var ki , pek çok kişi, yaşamları süresince bundan kaçınır ve de bunu reddeder.
İki kişi, birlikte yaşamaları için evlenirler.
Evet... Bu husus kocaman, olağanüstü bir şeydir; ancak, neden buna mutluluğun da ilave olması beklenir?
Neden insanlar gerçeği süslerden arındırılmış olarak görmek istemezler?
Neden yaldızlanmış yalanlar ararlar?
Neden ne kendilerinin, ne dünyanın, ne doğanın, ne göğün, ne yazgısının ne de yaşamın kendilerine veremeyeceği ve kendilerinin de beklememelerinin gerektiği, gerekeceği bir şeye bağlanırlar?
Neden gerçeğe, dünyaya ait bir anlaşmaya, mutluluk gibi bir romantik fantezileri de eklemeye çalışırlar?
Neden karşısındakinden, senin veremeyeceğin şeyi vermesi istenir?
Neden, ortak yaşam gibi öylesine büyük, öylesine ciddi, öylesine derin bir olaya "mutluluk vermek" gibi zorlamalar da yapılır?

Şayet bizler, evlenmeden önce düşünmeye vakit bulamadığımız bazı konuları hesaplayabilirsek... Mesela, ortak yaşamın tek yaşamdan kolay değil de, daha güç olduğunu...
Kolaylıkların tümü yalnız yaşayanlara verilmektedir...
Nispi bir sorumluluk, özgürlük, aklımıza estiğinde Avustralya'ya gidebilmek gibi başınıza buyruk olma...
Bağlandıktan sonra, size verilmeyen her şeyden vazgeçmeniz gerektiği için de, evlilik çok zordur. Ve işte bu nokta, bugünkü evliliklerin özellikle üstüne çarpıp parçalandıkları temel nedendir: İnsanlar, yetinmek zorunda kalacakları ile vazgeçmeleri gerekecek olanlar arasında doğru-dürüst seçim yapmadan, yahut, başka bir deyimle, vazgeçecekleri hakkında tam bir karar varmadan evlenirler.

Karşındakini tanımak kadar güç bir şey yoktur.
Birisini ilk kez olarak, yarım saatlik bir konuşma sonunda tanıyabilmenize karşılık, aynı kişiyi ikinci kez olarak ancak on yıllık bir beraber yaşamdan sonra tanıyabileceğinizi söylersem, abartmış olmayacağımı zannediyorum.
Aynı şekilde, evlenmelerinden önce iki kişinin birbirleri hakkında ve her birinin kiminle evlenmekte olduğuna dair bir fikir sahibi olmalarına olanak olmadığı kanaatindeyim.
Keza karşılarında bulunan bir kimsenin tüm hareketleri, fikirleri, coşkuları ve inançları ve de şüphe ve katiyetlerini bilseler dahi, daha henüz çoraplarını, uykulu gözlerini, sabahları dişlerini fırçalamalarını veya gargara yapmalarını, bir garsona bahşiş bırakma tarzlarını bilmemekteler.

İşte size; insanların bir türlü anlayamadıkları basitin basiti bir hesap.
Genelde, kişiliklerinin derinliklerine kadar inseler de, evliliğin esasının, karşılarındakinin, kendini olduğu gibi görme hakkına kadar varan kişiliğine katlanma olduğunu görmezler.
Zira hesabın sonunda, daima karşısındakinden beklenen bir kendinin olma durumunun kabülü mevcuttur.
Burada, "buna rağmen"ler söz konusudur.
Ve, bizleri mutsuz edenler de hep o "buna rağmenler"dir.
Beni, insanların cinsel, ekonomik, sosyal ya da erotik gereksinimlerini karşılayabilmeleri için beraber yaşadıklarına inandıramazsınız!

  • İnsanların beraber yaşamalarının tek nedeni, yanlarında birisinin bulunması ihtiyacından başka bir şey değildir;
  • dünyanın bu boşluk ve yalnızlığında , kendilerinin tüm zaaf ve hatalarına rağmen kendilerinin var olmalarını kabul ve tasdik edecek birisinin bulunmasından başka bir şey değildir;
  • cürümden, öç almaktan, kötü düşünceden, adaletten, vicdan azabından kaçabilmeleri için yanlarında bir diğer kişiyi bulundurmak ihtiyacından başka bir şey değildir.

Zira, gerçekten, bir ev, bir "yuva"nın "koruma amacı"ndan, dünyaya karşı ve özellikle içsel "ayna"ya karşı "koruma"dan başka herhangi nihai ve kutsal bir amacı olabileceğini düşünebilir misiniz?

Bir erkeğe bir kadının ve de bir erkeğin bir kadına yapabileceği en büyük lütuf, çocuklara gülümseyerek söylenen bir cümleyi söylemektir; "Seni hiç terk etmeyeceğim!"
Bu söz, "ölüme kadar seni seveceğim" veya "ebediyen sana sadık kalacağım"dan farklı değildir. Başkasına karşı namus, gerçeğe bağımlılık, ev, sadakat, karar, dostluk, aidiyet gibi kavramların tümü bu ufak cümlenin içindedir.
Şu zavallı mutluluğa karşı sürülen, yerine getirilmesi olanaksız vaatlerdir.
Kısacası, kanımca, evliliklerimizin böylesine mutsuz olmalarının nedeni işin kolayına kaçmakta olmamızdır.
Çünkü, tutulmayacağı bilinen ve tutulmayacağı için de bir yıl sonra valizlerin toplamasına neden olacak vaatleri kabul etmemiz kolayımıza gelmektedir.
Bunun yerine, tutulabilinecek ve dolayısıyla uzun süre tutulacak şeylerin vaadi hem daha kolay, hem daha dürüst olur, diye düşünüyorum.
Tüm bu hayali derinlikler, ileride rastlanacak ve seviyeli bir davranışı gerektirecek ilk gerçek güçlük karşısında kırılıp bin parçaya ayrılacak iddialardır.

  • Neden insanlar, hiçbir zaman bir portakal veya bir menekşe demetini, yeni bir kalemi veya bir kese İzmir üzümünü getirip hediye etmeyecek kadar "ilgisiz ve uzak" kalmayacakları vaadinde bulunmazlar ?
  • Neden insanlar, evlenme gecesinin ertesinde ve ondan sonraki sabahlarda sabun ve su kokuları içinde ve doğru-dürüst giyinmiş olarak kahvaltıya ineceklerine dair söz vermezler?
  • Neden insanlar, kızgınlıklarını böylesine aşağı-pis-iğrenç davranışlarla göstereceklerine, kızgınlıklarını açık ve hatta darbelerle dahi olsa daha seviyeli bir şekilde gösterecekleri vaadinde bulunmazlar?
  • Neden insanlar, diğerine ve onun çıkarlarına kendilerinin sanat tarihi, futbol veya kelebek avına verdiklerinden fazla önem verecekleri vaadinde bulunmazlar?
  • Neden insanlar, karşılıklı olarak, birbirlerinin susma özgürlüğüne, yalnız kalma özgürlüğüne, herkesin kendine ait bir odası olma özgürlüğüne saygı gösterecekleri vaadinde bulunmazlar?
  • Neden insanlar mutluluk gibi gerçekleşemeyecek laflar peşinde koşacaklarına, yukarıda sözünü ettiğim o hiçbir zaman yerine getirilmeyen, ancak çok önemli olup yerine getirilmesi mümkün olan "ufak-tefek şeyler"in vaadinde bulunmazlar?

Evliliğin bir anlamı olması için, mutluluk beklentisinden çok daha geniş ve gerçek bir temel üzerine oturtulması gerek.
Azıcık acı, azıcık ıstırap, azıcık mutsuzluktan neden böylesine korkuyoruz?
Hiç olmazsa, bir kez, açık bir gecede yıldızlarla bezenmiş bir göğün karşısında, tam bir içtenlikle kendimizi tümüyle vererek beş dakika için oturmayı deneyiniz.
Veya, vadi ve ovaları gökten bakarcasına seyredeceğiniz birkaç dağa tırmanın.
Ve, o hallerde, anlayacaksınız ki, mutluluk serabı yerine yaşamın önemini kavrayabilmeniz için tek bir an dahi yeterli olacaktır.
Mutluluk!
Sanki, mutluluğu ve mutlu olmayı kendimizden, kendi içimizden başka herhangi bir yerde bulabilirmişiz gibi... sanki, mutlu olma yeteneği yazı yazma, şarkı söyleme veya siyaset yapma yeteneği gibi gerçek bir yetenek değilmiş gibi!
Bir kişiye arzulamakta olduğu her şeyi veriniz...
Kendisini aşkla, hediyelerle, ayrıcalıklarla... isteyebileceği kadar her şeyle doldurunuz...
Ve bunlara rağmen, o gene mutlu olmayacaktır.
Bir başkasını her tarafını kanatıncaya kadar dövünüz...
ve, belki de o kişi yolda taze, nemli, yeşil yapraklarla bezenmiş ve güzelim bir kırmızılıkla dolu bir havuç yığını görüp mutlu olacaktır.

İki yaşam şekli mevcuttur.
Birisi, sana düşen payı, onu tanımadaki ve de kaybetmede ki imkanlarla imkansızlıkları ve mutluluklarla mutsuzlukları ile dürüstçesine ve cesaretle, tüm cömertliği ve alçakgönüllülüğü ile kabul etmek ise de;
diğeri, yazgısını aramak ve elde etmek üzere yola çıkmaktır.
Ne var ki, bu ikincisinde insanlar sadece güçlerini, zamanlarını, hayal ve umutlarını, içgüdülerini kaybetmekle kalmayıp kendi öz değerlerini de kaybederler, fakirleşirler...
Bunların gelecekleri, daima dünlerinden kötü olacaktır.




Milena Jesenka
Çeviri: Dr. Kriton Dinçmen


Salı, Mart 18

Tatsız gerçek; Yaşlanmak


Sağlıklı ve uzun bir yaşamın hayalini kim kurmaz?

Bilim, insanların bu hayalini gerçeğe dönüştürebilmek için dört koldan çalışıyor. 19. yüzyılın sonunda ortalama yaşam süresi 35 yıldı. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce bu süre 50-60'a çıktı. Günümüzde bu rakam erkeklerde 73,5, kadınlarda ise 80'e ulaştı. Bu artış doğrusal olarak sürdüğünde, bugün doğanların yaklaşık yarısının 100 yaşına ulaşabileceği tahmin ediliyor. Üstelik yaşlılıktan kaynaklanan düşkünlük, eskiye oranla insanları daha az etkiliyor. 70 yaşındaki biri, bedensel ve zihinsel olarak, 30 yıl öncesinin 65 yaşındaki insanı kadar sağlıklı.

Yaşlanmaya seyirci kalmayın!

Moleküler biyoloji, her geçen gün, yaşlılığa götüren süreçlerden birini daha keşfediyor ve yavaşlatmaya çalışıyor. Vitaminler ve mineraller uzun süre bu öneri listesinin başında yer aldı. Ancak son zamanlarda ABD'de bir ikinci kuşak "gençlik iksiri" geliştirildi: hormonlar. Anti-aging'le (yaşlanmayı önleme) ilgilenen doktorlar, normal yaşlanma süreciyle birlikte ortaya çıkan "hormon üretiminin azalması"nı bir hastalık gibi değerlendiriyorlar. Bu nedenle birçok kadın östrojen içerikli preparatlar kullandı. Ancak bu uygulamanın yararları henüz kanıtlanamadı. Östrojenin etkileriyle ilgili Amerika'da yürütülen bir çalışma, deneklerin sağlıklarının daha fazla riske edilmemesi için yarıda kesilmek zorunda kaldı. Çünkü hormon ilaçları meme kanseri, kalp enfarktüsü, felç ve damar tıkanıklığı risklerini belirgin olarak artırıyordu.

Çalışmalar kadınlardan sonra erkekleri hedef aldı. 1 litre kan başına 12 nanomolden daha az testosteron üreten kişilerin, kendilerini iyi hissetmek, mutlu olmak, kas gücünü ve kemik yoğunluğunu artırmak için testosteron tedavisi olmaları gerektiği söylendi.

Nasıl yaşlanıyoruz?

Yaşlanma süreci dikkat çekici bir belirtece sahip olmadığı için, bugüne kadar insanlarda da hayvanlarda da ölçümlenemedi. Bu nedenle, anti-aging konusunda yapılan önerilerin verimliliği de saptanamadı.

Bütün bu yoğun araştırma ve uğraşların nedeni, yaşamın büyük sırrını çözmeye çalışmak..,
Neden yaşlanıyoruz ve bu süreci başlatan şey ne?

"Yaşlanma tipik bir insan sorunudur, uygarlaşmanın bir ürünüdür"; diyor Amerikalı geriatri (yaşlılık tıbbı) uzmanı Leonard Hayflick.
Birçok biyolog gibi o da, "doğanın bir organizmayı sadece üreme dönemine kadar formda tuttuğu, daha sonra ona ne olacağıyla hiç ilgilenmediği, dolayısıyla organizmanın da o aşamadan sonra yaşlanmaya başladığı" görüşünü benimsiyor.
Hayvanlar dünyası içinde, sadece insan üreme döneminden sonra dikkate değer bir yaşam evresine sahip. Hatta bu süre, üreme dönemi öncesine oranla çok daha uzun geçebiliyor. Yaşlanmanın nedeni bulunsa da, "nasıl" olduğu bugüne kadar gizemini korudu.
http://www.focusdergisi.com.tr/saglik/00577/

Kanser'i Beslememek

  1. Şeker kanser besleyicidir. Şekeri kesilerek kanser hücrelerinin önemli bir gıdası kesilmiş olur. NutraSweet, Equal, Spoonful v.s. gibi tatlandırıcılar zararlı olan Aspartam ile yapılırlar. Daha iyi bir tatlandırıcı Manuka balı veya molastır, ama az miktarda alınmalıdırlar. Sofra tuzunda beyazlatıcı olarak kimyasallar bulunmaktadır. Daha iyi bir seçenek Bragg'in aminosu veya deniz tuzudur.
  2. Süt vücudun, özellikle sindirim sisteminde, mukus üretmesine neden olur. Kanser mukusla beslenir. Süt yerine tatlandırılmamış soya sütü tüketilerek kanser hücreleri aç bırakılabilir.
  3. Kanser hücreleri asit ortamda gelişirler. Et temelli diyet asittir ve sığır eti veya domuz eti yerine bol balık ve az tavuk eti yemek en iyisidir. Ette, özellikle kanserli kişilere zararı olan, canlı hayvan antibiyotikleri, büyüme hormonları ve parazitleri bulunur.
  4. %80 taze sebze ve meyve suyu, kepekli tahıllar, tohumlar, nohutgiller ve biraz meyveden oluşan bir diyet vücudu bazik (alkali) ortamda tutar. %20 de fasulye içeren pişmiş gıdalardan oluşabilir. Taze sebze suları kolayca emilip 15 dakika içinde hücre düzeyine ulaşabilen ve sağlıklı hücreleri besleyen ve çoğalmalarını hızlandıran canlı enzimler içerirler. Sağlıklı hücre üretimi için gerekli olan canlı enzimlerin sağlanması amacıyla, taze sebze (sebzelerin çoğunluğu ve fasulye filizi) yiyin veya suyunu için ve günde 2-3 kez çiğ sebze yiyin. Enzimler 40 oC'de yok olurlar.
  5. Yüksek kafein içerikli kahve, çay ve çikolatadan uzak durun. Yeşil çay daha iyi bir seçenektir ve kanserle savaşan özellikleri vardır. Bilinen toksinler ve ağır metaller içeren musluk suyu yerine arıtılmış veya filtrelenmiş su içiniz.
  6. Damıtılmış su asittir, kaçınılmalıdır.
  7. Et proteininin sindirimi zordur ve çok sindirim enzimi ister. Bağırsaklarda duran sindirilmemiş et çürür ve daha çok toksin birikimine neden olur.
  8. Kanser hücrelerinin duvarları sert protein ile kaplıdır. Et yemekten kaçınarak veya azaltarak, kanser hücrelerinin protein duvarlarına saldıran enzimler daha çok açığa çıkar ve vücudun öldürücü hücrelerinin kanser hücrelerini yok etmelerini sağlar.
  9. Bazı destek maddeleri (IP6, Flor-ssence, Essiac, anti-oksidanlar, vitaminler, mineraller, EFA'lar v.s..) bağışıklık sistemini güçlendirerek, vücudun kendi öldürücü hücrelerinin kanser hücrelerini yok etmesine yardımcı olur. E vitamini gibi diğer destek maddelerinin de, vücudun hasarlı, istenmeyen veya ihtiyac olmayan hücrelerin atılmasının normal yolu olan, apoptoziz veya programlanmış hücre ölümüne yardımcı olduğu bilinmektedir.
  10. Kanser zihinsel, bedeni ve ruhsal bir hastalıktır. Öngörülü ve olumlu bir ruh kanser savaşçısını muzaffer yapar. Öfke, affetmezlik ve acı bedeni stresli ve asitli bir ortama sokar. Seven ve affeden bir ruha sahip olmayı öğrenin. Sakin olmayı ve hayatın tadını çıkarmayı öğrenin.
  11. Kanser hücreleri oksijenli ortamda gelişemezler. Günlük egzersizler ve derin nefes alma hücre düzeyine kadar daha fazla oksijen alınmasına yardımcı olur. Oksijen terapisi kanser hücrelerini yok etmek için diğer bir yöntemdir.


  • Mikrodalga fırına plastik kap ve ambalaj koymayınız.
  • Dondurucuya su şişesi koymayınız.
  • John Hopkins Hastanesi bunu yakın bir zamanda bülteninde yayınlamıştır. Bu bilgi Walter Reed Ordu Tıp Merkezi tarafından da yayınlanmaktadır. Dioksin kimyasalları kansere, özellikle de göğüs kanserine, neden olmaktadır. Dioksinler vücudumuzun hücreleri için son derece zehirlidir. Plastik şişelerdeki suyu dondurmayınız, çünkü bu plastiğin içindeki dioksinin salınmasına neden olur.
  • Plastik kaplar içindeki yiyeceklerimizi mikrodalga fırınlarda ısıtmayınız. Bu özellikle de yağlı yiyecekler için geçerli. (İngilizce metindeki fat sözcüğünün gerçek anlamı hayvansal yağdır.) Söylediğine göre yağ, yüksek sıcaklık ve plastik kombinasyonu dioksinin gıdaya geçmesine ve sonunda vücudumuzun hücrelerine ulaşmasına neden olmaktadır.
  • Bunun yerine yemekleri ısıtmak için Corning Ware, Pyrex gibi cam kaplar veya seramik kaplar kullanılmasını tavsiye edilmektedir. Yani hazır yemek ve çorbalar ısıtılmadan önce ambalajından çıkarılıp uygun kaplara konulmalıdır.
  • Kağıt uygundur, ama kağıdın içinde de ne olduğu bilinmemektedir. Sıcaklığa dayanıklı cam kap kullanmak daha güvenlidir. Yakın bir zamanda fast food restoranlarının plastik köpük kaplardan kağıt kaplara döndüler. Nedenlerden bir dioksin sorunuydu. Plastik ambalaj malzemesi ile örtülmüş yiyeceklerin mikrodalga fırında pişirilmesinin aynı derecede sakıncalıdır. Yiyecekler radyasyona maruz kalıp ısınınca, yüksek sıcaklıkta plastiğin içindeki zehirli toksinler eriyip yiyeceklerin üstüne damlamaktadır. Yiyecekler plastik yerine kağıt havlu ile örtülebilir.
John Hopkins Hastanesinden Kanser Güncellemesi

Kanser



  1. Herkesin vücudunda kanser hücreleri vardır. Bu kanser hücreleri birkaç milyara kadar çoğalmadıkça standart testlerde görülmezler. Doktorlar kanser hastalarına tedaviden sonra vücutlarında artık kanser hücresi kalmadığını söyledikleri zaman, bu yalnızca kanser hücrelerinin testlerle saptanamayacak düzeyde olduğu anlamına gelir.
  2. Bir kişinin hayatı boyunca 6 ile 10 kez kanser hücreleri oluşabilir.
  3. Kişinin bağışıklık sistemi güçlü olduğu zaman kanser hücreleri yok edilir ve çoğalarak tümör oluşturmalarına engel olunur.
  4. Bir kişide kanser olması, o kişide çoklu beslenme eksikliği olduğuna işaret eder. Bunlar genetik, çevresel, beslenme ve yaşam tarzı faktörlerine bağlı olabilir.
  5. Çoklu beslenme eksiklini yenebilmek için diyeti değiştirmek ve ek takviye almak bağışıklık sistemini güçlendirir.
  6. Kemoterapi hem hızlı çoğalan kanser hücrelerini, hem de kemik iliğinde, sindirim sisteminde v.s.'deki hızlı büyüyen sağlıklı hücreleri yok eder ve karaciğer, böbrekler, kalp, akciğerler v.s.'de organ tahribatına yol açar.
  7. Radyasyon kanser hücrelerini yok ederken; sağlıklı hücre, doku ve organları da yakar, yaralar zarar verir.
  8. Kemoterapi ve radyasyon başlangıçta tümörün küçülmesine yol açar. Kemoterapi ve radyasyon tedavisinin uzaması tümörün daha fazla yok olmasına yol açmaz.
  9. Kemoterapi ve radyasyondan dolayı vücut çok fazla toksin yüklenmesine maruz kalınca, bağışıklık sistemi ya tehlikeye düşer, ya da yıkılır; dolayısıyla kişi çeşitli enfeksiyonlara ve komplikasyonlara yenik düşer.
  10. Kemoterapi ve radyasyon kanser hücrelerinde mutasyona neden olabilir ve dirençlerinin artarak yok edilmelerini zorlaştırabilir. Cerrahi işlem de kanser hücrelerinin başka taraflara atlamasına neden olabilir.
  11. Kanser hücreleri ile savaşmakta etkili bir yöntem ise onları çoğalmak için ihtiyaçları olan gıdalardan yoksun ve aç bırakmaktır.
  • John Hopkins Hastanesinden Kanser Güncellemesi

İkinci Beyin

Karın boşluğu, vücudun merkezinde başlı başına bir evren. Araştırmacıların uzun yıllar gereken ilgiyi göstermediği bağırsaklar, "ikinci beynimiz" tarafından yönetiliyor. Sindirim organımız, omuriliğinde bulunandan çok daha fazla, 100 milyon adet sinir hücresi ile çevrili. "Enterik sinir sistemi" olarak adlandırılan bu örgü, giderek daha çok bilim insanını heyecanlandırıyor. Birçok uzmana göre karın bölgesi, kafatasındaki merkezin devamı. Karnımızdaki beyin serotonin gibi ruh hâlimizi belirleyen nörotransmitterleri üretiyor ve psiko-aktif maddelere tepki veriyor.


Karın özerk çalışıyor; kafatasındaki beyne gönderdiği sinyaller, beyinden aldığından fazla. Hastalanıp kendine özgü nevrozlar geliştirebiliyor. Karın da hissediyor, düşünüyor ve hatırlıyor. Sezgisel kararlarımızı bu içsesi dinleyerek alıyoruz.

Dünya üzerindeki tüm kıtalar ve kültürlerde, duyguların bedenimizin merkezinde oluştuğu biliniyor. Bir zorluğun aşılırken "göbek çatlatması", sevincin "göbek attırması", sinirin "mideye vurması", açlıktan "karnın zil çalması" ya da dünyayla "göbek bağı" gibi deyişler bu yüzden...

Irkları, kültürleri ne olursa olsun, sevinç, korku, huzur, ihtiras gibi duyguları, en yoğun olarak nerede hissettiklerini göstermeleri istendiğinde, hemen hemen tüm insanlar karın bölgelerine işaret ediyor, çünkü insanlar bu "karanlık mağarada" bir şeylerin olup bittiğini, karınlarının kendilerine bir şeyler anlattığını, şifreli mesajlar gönderdiğini hissedebiliyorlar. Çok eski zamanlardan beri, meditasyon yapan insanlar, bedenlerinin derinliklerine yolculuğa çıkıyor, burada huzur ve bilgeliği arıyorlar.

Ve hatta, günümüz dünyasına egemen ekonomi disiplini bile, küresel bir dil olan "içsesin" öneminin farkında. Başarılı yöneticilerin el kitaplarında "içsesinizi dinleyin" gibi cümlelere sık sık rastlanıyor, borsacılara da aynı telkinde bulunuluyor. İçsesimizin fısıldadıklarını beynimizin kabullenmesi, karnın beyni galebe çalması anlamına gelmiyor ama, en azından beynin vücudumuzun tek hâkimi olduğu mitini ciddi şekilde sorguluyor.
Karnın ne denli belirleyici olduğunu bilim de doğrulamaya başladı. İnsan bedeninin herhâlde en "şiirsel olmayan" bölgesi bağırsaklar, gerçekten hayatın önemli sırlarını barındırıyor. Zekice işleyen sindirim sistemiyle sürekli devinim hâlinde olan, ancak hareketliliğini genelde görmezden gelmeyi tercih ettiğimiz karnımız, bilimsel araştırmaların odağına yerleşti son dönemde.
New York'taki Columbia Üniversitesinde görevli nörobilimci, anatomi ve hücre biyolojisi uzmanı, 1998 yılında yayımlandığında çığır açan "The Second Brain" adlı kitabın yazarı Prof. Michael Gershon'a göre "karnımızda ikinci bir beyin bulunuyor".

Bağırsaklar 100 milyon adet sinir hücresiyle çevrili. Bu kadar çok sayıda sinir hücresine omuriliğinde bile rastlanmıyor. Kulağa hakaret gibi gelse de, birçok nörobilimciye göre "ikinci beyin" asıl beynin bir kopyası. Hücre tipleri, etken maddeler ve reseptörleri aynı.
Karın bölgesinde bu kadar çok sinir hücresinin bulunması bilimcileri de burayı araştırmaya yöneltti. Son dönemde, nörogastroenteroloji gibi zor bir isme sahip olan disipline ilgi hayli arttı.
Enterik sinir sistemi üzerine çalışmalar yapan dünyadaki bilim adamları, "insan bedeninin karanlık bölgelerine yaptıkları keşif gezilerinden" söz ediyor. "Uzun zaman bağırsaklara basit refleksleri olan bir organ gözüyle baktık" diyen Londra Üniversitesinden Emeritüs Prof. David Wingate, "kimsenin aklına sinir liflerini saymak gelmedi" diyor. Gastrointestinoloji uzmanı Wingate, bu alanın öncülerden ve nörogastroenteroloji kavramının yaratıcılarından.
Los Angeles'taki California Üniversitesinden, fizyoloji profesörü ve nörogastroenteroloji uzmanı Emeran Mayer ise "Bundan birkaç yıl önce psikolojik durum ile karındaki ikinci beyin arasındaki ilişkiden bahsetseydim, meslektaşlarım benimle alay ederdi" derken, Flinders Üniversitesinde görevli Avustralyalı araştırmacı Marcello Costa, başta kendisinin de inanmadığını anlatıyor.
Herkesin hem fikir olduğu konu ise şu: Beyin haricinde en çok sinir hücresinin bulunduğu bağırsaklar, aslında kendi başına bile fazlasıyla karmaşık bir iş olan sindirim işleminden çok daha fazlasını yapıyor.

İkinci beyin, hem vücut hem de ruhun hayatta kalmasını sağlıyor;
kendisi psikolojimiz üzerinde belirleyici olan serotonin, dopamin, opiatlar gibi psiko-aktiv maddelerin kaynağı.
Hatta valium gibi etkili ilaçların teskin edici özelliklerini kazandıran benzodiazepin gibi kimyasallar bile burada üretiliyor.
Kısacası karın, beyni pek çok şekilde besliyor.

http://www.geodergi.com.tr/hab-24000201-104,28@2400.html

Yazı: Hania Luczak

Pazartesi, Mart 17

Ahlak kavramı kendini dinden kurtarıp özgürleşmelidir.


  • Dini eleştirmede çekingen davranmaya gerek yoktur. Dini eleştirebilmek batı kültürünün bir parçasıdır (Luther, Calvijn, Voltaire, Kant, Renan, Russell). Islam külturünde ise on ikinci yüzyıldan itibaren dini eleştirmek tabu olmuştur, Ve bu nedenle de Islam kültürünün gelişmesi durmuştur.
  • Birden fazla (farklı) kültürün yan yana yaşadıgı toplumlarda kurumların yapıları uzerine iyi düşünülmelidir. Böyle toplumlarda, farklı görüşlerden ve inaçlardan olan insanlar arasındaki ilişki trafigini çatışmasız düzenlemeyi amaçlayan bir kurum, ‘nötral’ olmak zorundadır. Bu da, hareket noktası laiklik olan Fransız modeline benzeyen nötral bir devlet kavramına işaret eder.
  • Burada eski gelenekleriyle yaşayanlara ve yeni gelenlere din ve devlet işlerinin ayrılıgının (veya laikligin) temelini açıklamaktan korkmamalıyız.
  • Laiklik bazen bize popüler olmayan önlemler almayı dayatabilir. Örnegin batı hukugu temelinde kurulmuş bir devletin nötralliginin vurgulanması gerekebilir ve bu nedenle bazı kurumlarda bir örnek giysi şart koşulabilir. Örnegin mahkemelerde, polis teşkilatında, orduda ve hatta tarafsız görünmesi gerekli bazı devlet kurumlarında.
  • Çok kültürlü toplumların saglıklı olabilmesi için bir tür ‘ahlaki esperanto’ geliştirmek gerekli olabilir. Boyle bir esperantonun geliştirilmesinin önündeki en büyük engel, ahlakla din arasındaki kaçınılmaz baglar kuran dinlerdir. Başka bir deyisle: dinler insanlara ahlakın temellerinin ve meşrulugunun dinde aranması gerektigi ögretir.
  • Özellikle yahudilik, hristiyanlık ve islam gibi tek tanrılı dinlerde, ahlakın din bazında belirlenmesine özel hassasiyet ve dikkat gösterilir. Böyle bir esperanto ahlak anlayışını savunmak, öncelikle bu tek tanrılı dinlerin taraftarlarıyla bir diyaloga girmeyi gerektirir.
  • Ahlak anlayışının dinden koparılmasını savunmak, ateist olmayı gerektirmez. Din, bu kopuşa ragmen, bazı geleneksel işlevlerini yerine getirmeye devam edebilir. Örnegin ölümden sonraki hayatın nasıl olabilecegi konusunda görüş belirtebilir, hayatın anlamı konusunda insanlara yol gösterebilir v.b. Ama ahlak anlayışı kendini dinden ayırmalı, bagımsız olmalıdır.
  • Ahlak anlayışının dinden bagımsızlıgı (emancipation), önyargılardan arınmış, geniş perspektifli bir bütünleşme politikası için ideal bir durum yaratacaktır.

Paul Cliteu/Filosofie Magazine, nisan 2004

Sivil İtaatsizliğin Kısa Tarihi

1817 yılında Amerika'nın Concorde kasabasında doğan Henry Thoreu, 1946 yılında "kelle vergisi"ni ödemeyi kabul etmediği için bir geceliğine cezaevine girdi. Thoreu'nun amacı, tutuklanarak içeri girmek ve böylece dikkatleri kölelik karşıtı harekete çekebilmekti. Ancak, bir gece cezaevinde kalan Thoreu'nun borcu bir yakını tarafından ödendi ve Thoreu serbest bırakıldı.
Thoreu'nun gelişmeler karşısındaki tavrı da netti: Vergi borcunu kendisi ödemediği için cezaevinde kalmasının hakkı olduğunu söyledi. Ancak, çıkmazsa zorla çıkartılacağı yanıtını alınca, mecburen dışarıya çıktı. Olaydan sonraki ilk görüşmelerinde, kölelik karşıtı hareketin önde gelen isimlerinden Ralp Wald Emerson , kendisine neden içeriye girdiğini sorduğunda yanıtı da oldukça anlamlıydı: "Sen ne diye girmedin?"
Thoreu, cezaevinden çıktıktan sonra eylemlerini ve cezaevine giriş öyküsünü merak eden kasaba halkına konferanslar verdi. Thoreu'nun bu konferanslarda anlattıkları daha sonra 'Resistance To Civil Government' başlıklı bir manifestoya dönüştü. Bu manifesto Türkçeye de, "Sivil itaatsizlik" başlığıyla çevrildi. Thoreu'nun 'Resistance To Civil Government' adlı manifestosunda cezaevine girişine neden olan eylemini şu sözlerle açıkladı,,,


  • Şu kılavuz söze bütün yüreğimle katılıyorum: En iyi yönetim en az yönetendir. Ancak kendilerini 'yönetimin tümüyle ortadan kalkması için uğraşanlar' olarak isimlendirenlerden farklı olarak, yönetimin ortaya çıkmasını istiyorum.

  • Tek bir namuslu kişi Massachusetts eyaletinde köle kullanmayı bırakarak bu ortaklıktan çekilse bu nedenle de cezaevine kapatılsa Amerika'da köleliğin kaldırılmasıyla sonuçlanır bu; çünkü ilk girişimin belirsiz olup olmamasının önemi yoktur. Bir kez iyi yapılan iş sonsuza kadar öyle kalacak demektir. Oysa daha çok bu soru üzerin de laflamayı severiz biz... Her hangi birini haksız yere cezaevine tıkan bir yönetimde, doğru kişinin bulunması gereken yer de bir cezaevidir... Bütün doğru insanları cezaevinde tutmak ya da köleliği kaldırmak seçenekleri söz konusu olursa devlet hangisini seçeceği konusunda duraksamayacaktır.

  • Kendimi şöyle bir devlet düşleyerek avutuyorum: Sonunda bütün insanlara karşı doğru olmayı gözeten, bireye sanki komşusuymuş gibi davranan bir devlet! Komşularıyla yurttaşlarının tüm ödevlerini yerine getiren bir avuç kişi, onun işlerine karışmaksızın ne de onunla kuşatılmaksızın kendisinden uzakta yaşayacak olursa, bunu kendi amacına aykırı saymayan bir devlet! Bu tür meyveler veren, bu meyvelerin olabildiğince çabuk olgunlaşıp dökülmeleri uğruna sıkıntı çeken bir devleti Böylesi bir oluşum daha yetkin daha parlak bir devletin yolunu açacaktır. Benim düşlediğim de bu işte. Gel gelelim henüz böylesi yok orta yerde.


BURÇİN BELGE

Sevilebilir Olma Duygu'muz

Humphreys, özgüveni iki temele indirgemiş;

birincisi, ''sevilebilir olma duygusu'' ve
ikincisi, ''yeterli olma duygusu''.
Kendimiz ile ne kadar barışık olduğumuzla paralel giden bir duygulanım;
'sevilebilir olma duygu'muz.


'Sevilebilir olma duygumuz'un yaşam bulacağı yer toplumsal alan olduğuna göre bu alandan sürekli saldırı alan 'güven'in içselleştirilmesi demek korkan, kaygı duyan kişiliğin oluşması demektir. Günümüzde özgüven çok çok daha önemlidir artık.
Güvensizlik yaratan 'kaynaklar'ı yoketme isteğimizdeki samimiyetimizin varlığı veya yokluğu özgüvenimizin varlığı veya yokluğunu anlatıyor...


'Yeterli olma duygumuz', neye ne için yeterli olmak istediğimizle doğru orantılı.
Toplumsal 'yeterlilik', şu an egemen olan sahiplenme duygusunun yapısallaştırılması içeriğinde iyi iş, iyi ev, iyi araba vs anlamına gelmekte, ve bu yolda her şey mübah! 'Huzurlu aile' de bunlara sahip olan aile yapısını işaretlemekte.
Toplumsal verilere hangi köşeden bakarsak bakalım ulaşabildiğimiz yer,
güven duygusunun güvensizliğe eşitlendiği yer oluyor.
Şu anda soluduğumuz güven duygusu içi tamamen boşalmış bir güven kavramının duygusudur.


Deneyimlenen acıların, sancıların, hüzünlerin yeniden yaşanabileceği olasılığı her zaman var.
Bu olasılıklar hesaplanmadan atılacak adımlar 'deneyimsiz olduğumuz' kaygısını, hesaplanarak atılacak adımlar ise 'acıdan, sancıdan, hüzünden' korkumuzu anlatıyor. Her iki yaklaşım biçimi de yaşamı kopyalamak isteğimizin güçlü göstergeleri. Geçilen yolları tercih kararlarımız güvenli gibi geliyor bizlere. Oysa, vurguladığım gibi, güven dediğimiz güvensizlikle eşitlenmiş durumda. Kendimize güvenin dışında bir güven kavramı yok.

Kendisine güvenemeyen ilişki, yaşanmışlıkları kopyalar/kopyalıyor.


Kıskançlık sevgi göstergesi içeriğine sıkıştırılmış durumda. 'Ne kadar çok seviyorsan o kadar çok kıskanırsın' yaklaşımının egemenliği, bir taraftan erkek egemenliğin anlatıcısı olurken, diğer taraftan 'ölümüne sevgi' arabesk kavramını doğuruyor. Bu doğum, öldüren içeriğinde şimdi.
Kendine güvenen yapı, deneyimlenmiş olsun ya da olmasın acılardan, sancılardan, hüzünlerden kaçışın mümkün olmadığını bilir.
Ölüm acısının daim olduğu bir yaşamda acı sonsuzdur.
Sevdiğimizden ayrı çıkacağımız bir yolculuk dahi hüzün verendir.
Sancıların en büyüğünü doğumda annelerimize yaşatarak doğuyoruz.

Bunlardan konsantrasyonunu eksik etmeden yaşayandır aşk.
Aşk içre halde özgüven, iki ayrı kendine güvenenin birliğinden alır gücünü...

Sevgi her daim yüreğe, göze, tene, dile dokunmayı gerektiriyor.
Bu, sevginin sürekli üretimi demek. Düşüncede üretilenin salt düşüncede kalması, yaşam bulamaması üretememek demek.
Hissi üretmek bütün duyularımızı canlı kılmakla mümkün.
Bir elmanın tadını hissetmek, yeniden yendiği süreç içre dil ve damak bütünlüğünden gider beynimize.
Bir çiçeği hissetmek, ona dokunmak, koklamak sürecindedir. Ağustos sıcağında üşümek hayaldir, serinlik sevgide. Zemheride içimizi sıcak tutan yine sevgidir...

Acı veren yalnızlık hissi damarımızda/kanımızda yaşam buldurduklarımızı kaybetmemizdir. Anne/baba/kardeş ölümleri...biraz da bizi öldürür, birşeyler akıp gider yaşayan yanlarımızdan. Bir anne/baba için en büyük acılardandır çocuklarını kaybetmek.
Belki de bu kayıplarımız aynı zamanda artık sevilebilir olma duygumuzu azaltan bir etken içeriğinde.
Her anneler gününde annesine bir demet çiçek götüren, sarılıp öpen, varlığı için teşekkür eden yoktur artık.
Babasının elinden sımsıkı tutuşunu, o sıcaklığı vereni gözlerindeki ışıltıyla yaşatan yoktur artık...
Aşkı yaşadığımız, ömrümüze sığdırdığımızın kaybı bir başka parçalayandır.

Belki de bundandır ayrılığın ölüm gibi gelmesi.

Diğer yarımız yoktur artık. Sendeletir, düşürür, dibe vurdurur.
Nabız atmaz, baktığını göremez göz.
Neşeli kahkahalarla birlikte hazırlanan yemek angaryadır şimdi.
O sımsıcak gülen yoktur işte;
uykusunda izlediğimiz, yolunu gözlediğimiz, saat başı özlediğimiz yoktur artık.
Kimi kızdıracağız, kimden kaçacağız kim kovalayacak şakacıktan?...
Sevilebilir olma duygusunu gün içinde en fazla hatırlatan, en fazla hatırlattığımızdır diğer yarımız.

Aşk içre halde sevgi üretimi kendiliğindendir.


Ellerimiz kendiliğinden tutar sımsıcak,
kollarımız kendiliğinden sarar.
Kendiliğinden koklarız saçlarını.
Uykumuzda kendiliğinde arar ayaklarımız ayaklarını...
Sevilebilir olma duygumuz, üretebildiğimiz sevgimiz kadar.
Özgüvenimizi sevginin eline teslim etmemiz gerek.
Yalnızlık sevgisizlikte..





Alıntı/Eskici

Yaşamak




Görerek, duyarak, tadarak, koklayarak, dokunarak ve sessizce yürümek.
Değişerek değiştirmek, eylemek için yürümek.
Yürürken önümüze bir çukur geliyor da düşmüyorsak, yaşıyoruz.
Düşüyorsak yaşayan çukurdur.
Günümüzde yaşayan çukurdur, bizler çukurlar ortasında yaşıyor olduğunu sanan insanlar...
Oturmak da değiştirir.
Sürekli hareketliliğin getirdiği 'doğal' bir değişimdir bu, ölüme götürür.
Yaşam sessizce yürümektir.
Oturan, beslenme kaynaklarına uzanamaz.
Birilerini bekler.
Gelen olursa sever onu, sevgisi öldüresiyedir.
Çünkü oturan, salt tanım üretir.
Konuşur.
Herşeyi, varı yoğu sözdür oturanın.
Okuması da sözdür.
Okur okur ve kendine geleni sever.
Kendine getirmek için okur.
Kendine gelmek de bir tanımdır oturanın dünyasında ve hep karşısındakine yöneliktir.
Kendisi kendisindedir her daim...

Oturmak ve okumak arasında tur eşittir ku'ya.
Ku'yu ku'luğundan kurtarabilmek gerek.
Biraz uzatarak okuyalım:
Kuğu!..
Kuğu yaşar. O güzelim beyazlığı ile suları hafif, neredeyse şiddetsiz dalgalandırması, dalgaların nilüferleri okşaması ve nilüferlerin de beyaz oluşu rastlantı değildir. (Sarı nilüferler söz içre insana evrimleşmiş olanlardır).
Kuğu kendi boyutlarındaki bir başka hayvanla, örneğin, bir buldog köpeği ile kıyaslandığında dört kat daha hafifmiş.
Hafif olmasının çeşitli nedenleri varmış. İçi boş kemikleri iç kirişlerle desteklenmiş. Kuyruk yerine kabarık tüyleri ve dişlerle kaplı çene yerine gagaları varmış. Vücutlarının çok önemli bir kısmı havayla doluymuş. Bu hava birçok kuşta bulunan 9 hava kesesinde saklanırmış. Bunlar sadece ağırlık azaltma niteliği taşımazlarmış, uçuş sırasında çok fazla enerji harcarlarmış ve bu nedenle çok yoğun oksijen kaynağına ihtiyaçları varmış. İşte bu hava keseleri solunum sistemlerinde önemli rol oynarmış. Bu sayede kuğu, aynı büyüklükteki bir memelinin nefes alışı sırasında aldığı oksijenden çok daha fazla oksijen alırmış...***
Kuğu yaşar, ya da yaşam kuğu olmaktır.

Çukurda kuğu olunmaz.
Çünkü çukurda su varsa, boğulmak da vardır.
Kuğu boğulmaz!
Su yoksa yaşam zaten yoktur.

Öyleyse yaşamı önce çukurundan kurtarabilmek gerek:
İnsanın beyninde yarattığı yaşam değildir, o sadece beyninde yarattığıdır!
Yaratılan çok kısa sürede bir başka yaratılana bırakır yerini. Yaşam dışı süreç de böyle işliyor. Yarattıklarımızla kıpırdıyoruz. Ancak bu yeterli olmuyor hiçbir zaman yürümemize, bir Kuğu gibi rengimizi vermemize yani nilüferlere.
Yürümek, sanılarımızdan kurtulabilmektir.
Tekrarlamalıyım; benzetmelere ağıt düzmelerindeki timsah gözyaşlarına sığınanların sanmaklarına çıldırıyorum tarihimde. Çıldırmaya hakkım olmadığını bile bile. Üstelik her geçen gün biraz daha benzetiliyorken hepimiz birilerince. Ve üstelik kol kanat kırılmalarını bir yerli film alışkanlığında çekirdek çitleyerek izleyenlerin ve kol kanat kırılmalarını aynı filmlerdeki meyhane kavgası sananların beyin merkezlerine yerleştirdikleri göbeklerinin tam da orta yerinde...
Yaşamak yazı dilinde bir tek kelime.
Hadi şimdi hep birlikte söyleyelim; neden artık serçeler konmak istemez pencerelerimize?
Onlar da farklı farklı tanım mı arıyorlar yaşamak kavramında?
Dbk xyzc matematikselliğinin istatistiki tecritlerine mi kanat çırpıyorlar?
Serçenin bir başka serçenin tavuğuna kışt dediği görülmüş müdür?
Tavuk tavukluğundadır o dünyada, eşek de eşek.
Serçeye sapan taşı atıp eşeğe semer vuran ise insan!
Hey beynimin dört duvarı, hangi bilmeklerde konaklarsın?
Ayağını yere bastıran güç, neden aklını boşluklarda dolaştırır?
Beyin arşivini bilgi, söz kalabalığını muhabbet sanmaklar hangi dünyanın ürünüdür?..
Ayrılık günleridir bugünler.
İnsanın kendisinden ayrılığının günleri.
İnsanın insana kavuşabilmesi tamamen yaşamın felsefesinde.
Söz olanları ezberleyip, ezberlerimizi çarpıştırmanın felsefe olmadığını yaşadığımız günün, anladığımız günün adı kurtuluştur...
Hergün bir serçeye bir parça ekmek vermediğimiz/veremediğimiz sürece gelmezler/gelemezler penceremize.
Hele bu kış günlerinde...
Serçeler, yüreklerimizdir.
İnsan yüreklerimizin insan pencerelerimize konmak istemeyişlerinin önüne geçebilmemiz gerek artık...


Alıntı/bilm-i-yorum
http://www.populerbilgi.com/hayvanlar/kugu.php
***David Attenborough, The Life of Birds

Ana Rahmi, Aşk ve Güven

Aynaya ne kadar güveniyorsak
kendimize de o kadar,
ne eksik ne fazla!..


Ana rahmi karanlıktır. Ana rahminde gözlerimiz kapalıdır, gördüğümüzü 'san'arız.
Uyku ihtiyacı, rahime dönüş ihtiyacıdır. Beynimiz hayal kurma alışkanlığını orada geçen günlerinde kazanır. Rüyanın oluştuğu yer, ana rahmidir. Tam konsantrasyon sadece ana rahminde gerçekliğini bulur. Ana rahmindeki beslenme bağı ve temas, yaşamsal gerçekliği anlatır. Ana rahminde bebek beklentisizdir; var olana sarılır!
'Aşkın gözleri karanlıktır (kördür) ', deyiminin nedenlerini rahimdeki bebekte aramak gerek.

Aşk, ana rahmi ile bebek arasındaki ilişkide gizlidir...

İnsanlarla iletişim kurabilmenin temeli güven duygusudur ve güveni insana, ana rahmi ile olan bağı 'öğretir'. Orada anne ile kurulan her türlü bağ karşılıklıdır: Anne de beslenmektedir. Bu, çok yoğun bir duygu beslenimidir. Burada başlayan aynı orandaki güven bağı doğuma kadar sürer. Doğum, güven duygusunun ciddi oranda sarsıldığı andır.

Ne olur da bu güven bağı sarsıntıya uğrar? Hem de anne ile bebek arasında bile?..
İlk olarak ''göbek bağı'' kesilir ve bu başlangıç çok önemlidir. Çünkü bebek bir anda kendisini farklı bir 'bağ'da bulur. Alışkanlıklarının ve beklentilerinin kendisinde yarattıkları ile rahimdeki bağın devam edeceğini 'san'maktadır. Ama çok kısa bir sürede bunun böyle olmadığını algılar. ''Ne oluyor?''dur.
Neden anne daha uzaktadır şimdi?
Rahimde sürekli bir dokunma bağı vardır ve kıpırdasa hissetmektedir.
Neden artık annesi 'her an' dokunmamaktadır?
Apayrı bir dünyadır burası. Bu müthiş gerçeklik, zaten bir peşin kabullenişin ürünü olan bebeği şekil değiştiren bir başka peşin kabulleniş ile karşı karşıya bırakır ve o an, güven sarsılır. Hepimiz bir güven sarsılması ile başlarız yaşama ve bu insanoğlunun yaşadığı ilk aşk dramıdır...

Bu noktadan itibaren aşk ilişkisine geçtiğimizde çok daha kolay algılayabiliriz diye düşünüyorum güven problemlerini ve çözümlerini:
1. Hemen, başlangıçta, 'göbek bağı' oluşturulmalıdır.
(Bu, aşk ilişkisinde çok önemli olan 'özgür ama bir olmak' düşüncesinin de temelidir).
2. Farklı 'bağ'lara asla izin vermeyecek olan bir ilişki temeli oluşturulmalı, bu temele sıkı sıkıya 'sadık' kalınmalıdır.
('Farklı bağ' göbek bağının kopması anlamını içerir ve yeniden güvensizlik çukuruna gönderir ilişkiyi).
3. İlişki öncesinde varolan alışkanlıklar derhal terkedilmelidir.
Çünkü artık farklı bir 'ben' sözkonusudur.
İki kişiden oluşan, karşılıklı benlere saygılı, 'biz' olan bir ben.
4. Beklentilere değil varolana sarılmak esas alınmalıdır.
Beklenti, irademizi fena zayıflatır.
5. Dokunmak müthiş önemlidir.
Kıpırdadığımızda hissetmeliyiz 'o'nu. Belki de 'ilk elektrik'in temeli olan cinsel çekimin sürekli kılınması için dokunmak esastır ve bu dokunma bağı asla terkedilmemelidir.
O bağın terki, 'artık benden uzakta!' hissine yol açacağından, ilişkinin terkine kadar gidecektir. (Dokunmak her zaman fiziksel temas anlamında değerlendirilmemelidir, duygulara dokunmayı da içerir).
6. İlişkiye konsantrasyonumuzda sanmaklara asla izin verilmemelidir.
7. Aşk ilişkisinde duygu beslenimi 'karşılıklı'dır
.
Karşılığı olmayan ilişki biçimi platonik olandır ve bir 'yalnız olma durumu'nu anlatır.
8. Peşin kabulleniş bir bebek çaresizliği durumlarında geçerlidir.
Aşk ilişkisi peşin kabullenişi kaldıramaz...
9. Aşk, hayal kurma zorunluluğunu yanında taşır.
10. Rüya, aşkın özüdür.
11. Aşkta uyku, tam konsantrasyondur.
12. Aşkta tam konsantrasyon, yukarıdaki tüm maddelere tam konsantrasyonu anlatır.

Bunların başarılması sonsuz güvene giden yoldur ve
sonsuz güven yüklü aşk ilişkisinde ''doğum!'', ölüm anıdır!
'Ölüm anı' ana rahmi içre yaşama dönüşü anlatır ve adı sürekli aşktır...

Alıntı

Pazar, Mart 16


Biliyorum,
Vardı, bir yerler de yaşardı
Tutkulu sevdalarla tutuklu..,kimbilir?
Diye aklıma düşse de işime gelmez ihtimal'di.
Umduğum,,,
Tutkulu sevdalarla tutuklu uhde'sindeki sızı
Umardı..,
Arardı..,
İnanırdı..,
Ben vardım, olmalıydım, yollar açıktı
İş.., dillendirebilmekte ketum kaderi!
Sanırdım....




Oysa hazırdım,
Kör kuyularda boğup hırslarımı,
Hayır değil.., değil nakaratı ile
Sonlandırıp en güvendiğim aşklarımı
Hatta yeniden koparıp aldığım yaşamımı
Ayaz rüzgarlarda kurutup gözyaşlarımı
Gölgelerden muaf tutup vicdanımı
Ellerim kınalı
Yanaklarım al al utançlı
Kucağımda
El değmemiş özümün çeyiz bohçası
Gelin alayımda pamuk pamuk bulutlar
Katar katardı
Sana vardığımda gümbür gümbür çaldı
sürü sürü kanat çırptı alıcı kuşları

Duyduğum yüreğinin atışıydı
Dokunduğun tenimin sırrı
Korkularımın kör tuzakları
İsmi olmasın, ismi 'vuslat' avuntuları
Koynundan çağıl çağıl çağlayan can'dı

Dudaklarımı kupkuru eden evvel'i
Öpüşünde kora döndüren
Kıvrımına çiğ düşüren
Senden değendi
Ömre bedeldi


Kelimeler Danslarına Devam Eder,,,




Kelimeler, kapıları kanallara açılan görkemli konaklarda verilen eski Venedik balolarına göz alıcı giysileriyle uçuşarak katılan yüzleri maskeli aristokrat genç hanımlar gibi varlıklarını gördüğümüz, ama kimliklerini bilmediğimiz sesler olarak gezinir hayatımızın içinde;
yaşamak, sanırım, o kelimelerin taşıdıkları anlamları öğrenmek, en acıklısının bile söylenişinde bir hoppalık bulunan dizilerinin ardında saklanan gerçek duygulan tanımaktır.
Ölüm kelimesi siyah bir maskeyle,
acı kelimesi kızıl bir maskeyle,
neşe sözcüğü leylaki bir maskeyle
bu sözcükler balosunun içinde, o balonun neşesini kaçırmadan, hattâ o baloya bir çeşni katarak yerini alır cümlelerimizde. O kelimeleri kullanırken handiyse onların ardında bir duygu yığını olduğunu, bir gerçeğin saklandığını unuturuz. Sonra o kelimelerden biri maskesini çıkartıverir.
Çok sevdiğimiz bir küçük kızın kötü bir hastalığa yakalandığını duyduğumuzda acı kelimesinin yüzündeki maske iniverir birden;
artık o bir kelime değildir, o bir duygudur,
sözcükler balosunu terk edip,
maskesinden ve giysilerinden soyunmuş,
çırılçıplak bize görünmüştür.
Bir dahaki sefere ona bir cümlede, cümleye renk katan kızıl maskesiyle rastladığımızda artık onun o çırılçıplak halini hatırlarız.
Yaşamak budur. Kelimelerin arkasına dokunmak, o dokunuşları biriktirmektir.
Her kelimenin bir gün maskesini indireceğini, ardında saklı olanın bize dokunacağını tedirginlikle ve ümitle beklemektir.
Mutluluk kelimesiyle defalarca dans eder,
yazılardan, cümlelerden oluşmuş binlerce baloda onunla karşılaşır,
maskenin ardındakinin ne olduğunu merak ederiz.
Maskesini en az indirenlerden biridir o.
Başarı kelimesiyle birlikte balonun en kendini beğenmişi, en kaprislisi, en nazlısı, en saklısıdır. Birçok insanın hayatı o kelimelerin maskesiz, soyunmuş halini görmediğinden eksik kalmış, tamamlanmamış, bir bilmece gibi tükenmiştir.
Kızgınlık maskesini çabuk indirir,
çabuk gösterir kendini,
onu tanımayan,
onu görmeyen,
ona dokunmayan yok gibidir.
Özlem ise maskesini o kadar yavaş indirir ki,
soyunuşunun bütün safhalarını an be an yaşar,
üstünden çıkardığı her parçayla birlikte ona biraz daha fazla bağlanırız.
Beklenmedik anlarda maskesini indiren kelimelerden biri ise sevinçtir,
birden bir yerden çıkıverir karşımıza, ona çabuk tutulur, ama genellikle çabuk kaybederiz.
Hayat budur bence, kelimelerin soyunması ve kendilerini bize tanıtmasıdır.

Tecrübe, her maskenin ardında duranı, daha o maske inmeden tanımaktır.
Bazılarının ise gerçek yüzünü görmeyi kimse istemez, onları görenler genellikle lanetlilerdir.
Cinnet ve cinayet, yüzlerini kime gösterirlerse onu mahvederler.
Aşk, maskesi insin diye en çok beklenendir,
indire-cekmiş gibi yapar,
onu gördüğünü,
onu bildiğini sananlar çoktur,
ama o kendisini çok az insana çırılçıplak gösterir,
ve onun maskesinin indiğini görmek aynı anda birçok maskenin de indiğini görmektir.
Kıskançlık, hiddet, terk ediliş, vahşet, neşe, sevinç, keder,
bunların hepsi aşk kelimesinin yanından ayrılmayan,
sadık nedimeleri gibi onunla birlikte maskelerini bazen teker teker,
bazen hep birlikte açıverirler.
Şehvet ise bizi çoğunlukla yalnız yakalar;
onun maskesinin rengi hiçbirine benzemez,
ona dokunduğunuz anda siz de değişirsiniz;
o maskesinin arkasında bir büyücü saklar,
soyunduğunda siz de soyunursunuz;
birçok kelimenin ardında saklı olan gerçek dokunduğu ateşi küle çevirirken,
o bir külü ateşe çevirebilir.

Bazen bir kelimenin peşine düşer, bize bir kez yüzünü göstersin, sakladığını bizimle paylaşsın diye onu günlerce, aylarca, yıllarca takip ederiz;
derler ki, yeteri kadar kararlı ve uzun takip edersen onların yüzünü görebilirsin,
ama hayatını, maskesini indiremediği kelimelerin peşinde kederli bir sürgüne çevirenler olduğu da söylenir.
Oysa en çok istenen, kelimeler balosundan yalnızca bizim seçtiklerimizin maskesini indirmesi, yalnızca bizim istediklerimizin dokunuşunu bize hissettirmesidir;
ancak hayat, kelimelerin manası kadar, maskelerin indirilme sırasının yalnızca bizim irademizle belirlenemeyeceğini de öğrenmektir.
Dans edip durur kelimeler çevremizde. Neredeyse hovardaca katarız onları cümlelerimize, belki de en rahat, en özgür kullandıklarımız henüz maskesinin ardında olanı görmediklerimizdir, bazılarını tanıdıkça telaffuz etmek zorlaşır çünkü.
Kimi zaman, durup düşünürüz, kaç kelimeyi gerçekten tanıdık, kaç tanesini çırılçıplak gördük diye; bazılarını hiç tanımamış olmaktan sevinir, bazılarını tanımış olmanın bedelinin ne kadar ağır olduğunu hatırlarız.
Yaşamak, kelimelerin soyunmasıdır. Her biri kendince bir biçim, kendince bir renk taşıyan o maskelerin her inişinde hayatımıza bir şeyler katılır;
bazılarının katılması bir şeyler eksiltir bizden, bazılarının katılması bir şeyler ekler.
Elbette en dikkatle ve en çok ürkerek izlediğimiz, o kara maskesinin ardındaki ölümdür.
Bazen, maskesini biraz indirir, bir sevdiğimizi, bir tanıdığımızı kaybettiğimizde onun yüzünü görürüz; çırılçıplak soyunmaz ama gördüğümüz bile yeter bizi altüst etmeye, o maskesini biraz indirdiğinde bile keder, ıstırap, özlem, ayrılık, yalnızlık çırılçıplak soyunurlar.

Sonra gün gelir,
vakit tamam olur;
bilmediğimiz,
beklemediğimiz,
tahmin etmediğimiz bir yerde,
bütün maske iner,
o kara kelime çırılçıplak soyunup bize sarılır.
Onu görürüz.
Öğreniriz.
Balonun kraliçesi soyunmuş,
bütün kelimeler onunla birlikte maskelerini indirip susmuştur.
Artık her kelimeyi biliyoruzdur,
öğrenilecek bir kelime kalmamış,
balo bizim için bitmiştir.
Biz çekiliriz.
Kelimeler danslarına devam ederler.

Ahmet Altan

Kısa kısa kıs'sa'dan his'se

  • En uzun küfürler Türkçe'dedir. Diğer dillerde bu kadar uzunu yoktur. Onlarda düello vardır, bizde pusu
  • Onlara hükmederiz ve birisine inek, at, eşek, köpek dersek hakaret sayılır. Ama aslana hükmedemeyiz. Biri aslanım dediğinde çok hoşumuza gider. İş mi yani!!!
  • Neden ülkemizin dünya çapında tanınmış bir adamı yok? Picasso adı Türkiye'nin önünde gider. 1962 yılında çalıştığım gazetedeki ofisimin kapısı çalındı. Çalındığında dimdik kıpırdamadan durduğumuz marşımızın yaratıcısı Mehmet Akif'in oğlu karşımda. ‘20 liran var mı’ diye sordu. Bir hafta sonra bir çöp bidonunda cesedini buldular. Devletin bölünmez bütünlüğü neye yarar? Çanakkale Savaşları bu kadar övüldü de ne oldu sanki? 300 bin kişi gitmedi mi orada? Osmanlı tarihi şanlıdır deyip duruyorlar. Nedir bunun şanı? 1'inci Mustafa en sevdiğim padişah. Sünnetsizdi tahta çıktığında. Tahta çıkan kaç sünnetsiz padişah vardı? 36 padişahın 14'ü, 44 sadrazamın hepsi idam edilmiş. Bu mu anı şanı? Eğitim okulda olmaz. 7 yaşına kadar evde olur. 2500 sene hangimizin adı anılacak? Ben üçüncü kuşaktan sonrasının adını hatırlamıyorum. Pir Sultan Abdal ne oldu? İdam edildi. Yaşantımda o kadar çok başbakan gördüm ki. Suat Hayri Ürgüplü'nün, Naim Talu'nun adını kim hatırlıyor? Orhan Veli'yi tanırsınız azıcık. Peki ya babasını? Nasıl ve ne şekilde öldüğünü bilir misiniz? Tarihimizi ve sanatçımızı tanımamız gerekmez mi? Yazarların yazıları neden bu kadar korkutuyor? Neden 5, 10, 20 sene veriyorlar?
  • Yeryüzünde değişim diye bir şey var, öyle değil mi? Muhafaza etmek demek, değişime hayır demektir diyorum sana. Elektrik gelmiş, ben mum yakacağım demektir muhafazakarlık!
  • Ben yaptığım işi seviyorum. İnsan yaptığı işi seviyorsa, bir de 'vatanı sevmek' diye ayrıca bir meslek çıkmaz ortaya. Vatan sevmek bir meslek midir Allah aşkına? Bir de 'Vatan seni seviyor mu?' diye sorarlar adama.
  • Osmanlı’yla övünen bir adamın bu dünyada yaşama hakkı yoktur. Tarihle övünmez insanlar. Artı getiren insanlarla övünür­ler. O da bilim alanında olur. Siyasetle övünülmez hayatta. Bilim tari­hiyle, sanat tarihiyle övünülür. İnsanlığın ortak malıdır bunlar. Siyaset tarihi insanlığın ortak malı değildir.
  • Terör deyip deyip duruyorlar. O zaman sormak lazım PKK... Düşman mı yoksa suçlu vatandaş mıdır terörist. Bu kavramları yerli yerine oturtmak gerekir. Suçlu vatandaşsa, kolluk kuvvetleri yakalar, yargıç karar verir, savunmasını alır. Düşmanla ise asker mücadele eder. Onu da yakaladığın zaman senin yerli kanunların çalışmaz, Cenevre anlaşmaları devreye girer. Şimdi bunları konuşacağın kimse yok Türkiye'de. Asıl tehlike bu.
  • Sevgi göremeyince insan beğenilmek ister. Onun için mi yazdın dersen onu ben dışarıdan göremem. Gorki'nin hayatına bakarken gördüm aynı şeyi de, acaba bende de mi öyle oldu dedim. Şiir yazmaya başladım ve üçüncü sınıftayken şiirim basıldı. Maksat babama filan "ben yalnızım" diye mektup göndermek o zaman. Yalnız hissediyordum. Zaten annem beni dövdüğü için babam o mektebe koydu beni. Hasan Paşa'nın torunuyum ben. Hasan Paşa da Kırımlı bir göçmen. Şimdi kendi ailesiyle övünme modası var mı bizde? Benim dedem Erzurum'da ilk kadını idam etmiştir maalesef: Şal Hatun. - Neden idam etmiş? - Şapka isyanı yaptılar orada. 15 kişi şapkaya karşıyız diye yürüdü. O kadın da idam edilirken "Ben zaten hatun kişiyim, nerden şapka giyeyim" demiş. Bu üzücü bir şey ama insan objektif olmalıdır. Bizde bir övünme açlığı vardır. Kimse "Ben aldığım parayı geri vermem, ayağım da kokar" demez.
  • Demek ki Cumhuriyet dönemini yeniden otopsi masasının üzerine yatırmak lazım. Biz neyin farkında değildik? Şimdi televizyonlarla birlikte Türkiye'nin gerçekleri ortaya çıktıkça paniğe kapılmaya başladık. Şimdi bizim sandığımız Türkiye ile gerçek Türkiye el sıkışmaz oldu. Endüstri devriminden geçmediğimiz için fabrikada işçiler yürümüyor, ister istemez bu tepki mahallede kaldı. Mahalledeki insanlar o yoksulluğun içinde kendisinin kimliğini "öteki dünyada yaşamak" üzerine değerlendirmiş olacaktır. Orada da huri kızları var, kevser şarabı var. Bu dünyada olan her şey öbür dünyada var. Burada sahip olamıyorum ama orada sahip olacağım, diyor o da.
  • Hiç bir Alman kalkıp da “Ben Almanım, Protestanım” demez. “Diş doktoruyum, inşaat mühendisiyim” der. Hangi yaşam formasyonuyla hayatını kazandığının kartvizitini koyar önüne. Biz ne diyoruz; Türk’üm, Müslümanım. Bu bir şey üretmiyor ki! Çabamızla elde etmemişiz. Halbuki adam şu kadar sene o formasyondan geçmiş. Hiç kimse kalkıp açık deniz kaptanlarıyla röportaj yapmıyor bizde; bak her tarafımız su. Sor bakalım, bir anket yapalım, İstanbul’un içinden deniz geçiyor; İskele-sancak ne demek?
  • Victor Hugo’nun "Sefiller"ini ilkokulda -sanırım 40 sayfalık bir versiyonundan- okumuştum. Bir de Andersen Kardeşler var mesela. Çocuk diye bir şey olur mu bir kere? O da bir insan. Alay etmeye kalkıyorlar çocuklarla. Tabii şunu da sormak gerek: O çocuk mutlu mu olsun, başarılı mı? Mutlulukla başarı yan yana gelmez. Çaykovski’nin, Vivaldi’nin hayatını merak eden biri çok daha farklı bir anne - baba olur. Yani kentli olmak lazım; oysa göçebeyiz hepimiz. Bu, yerleşik bir hikâyedir. Aynı evde 150 sene oturmadan şehirli olunmaz. O zaman bir kütüphaneniz de olmaz! Aynı evde 5 kuşağın doğup öldüğünü gördük mü biz?
  • Üç türlü okuma vardır: Birincisi zorunlu okuma; mektep kitapları. İkincisi öğrenmek için okuma. Üçüncüsü ise zamanı unutmak için, zevk için okuma...

Çetin Altan'dan

Cumartesi, Mart 15

Şu 3 Çocuk Mevzuu

Çocuğun nasıl yapılacağını biliyorsunuz. Bunun için ayrıca okullarda okutmaya, kitaplar üstünde kafa patlatmaya, doktora tezleri hazırlamaya gerek yok.
Babanızla ananız sizi nasıl yapmışsa, onların babalarıyla anaları onları nasıl yapmışsa, siz de aynen öyle yapacaksınız.

40 bin yıl önce çocuk nasıl yapılıyorsa, bugün de aynı usulle yapılmaktadır. Arada hiçbir değişme olmamıştır. Amerika ile Asya'da, Afrika ile Avrupa'da, Avustralya ile kutuplarda çocuklar aynı ortak teknikle imal edilmektedirler.

Toplumların geri kalmışlığı, yahut gelişmişliği, bu konuda hiçbir ayrıcalık göstermemekte; sadece korunma metodlarıyla kürtaj, babalık ve çocuğun bakım sorunu, uygarlıklara göre bazı özellikler içermektedir.

Biz şimdi burada çocuğun yapımından çok, eğitimi üstünde durmak istiyoruz.
Çocuğu yaptınız. Çocuk oldu ve doğdu.
Çocuğu nasıl eğiteceksiniz?

  • Önce çocuğa büyükleri saymayı öğretmek şarttır. Sonra manevi değerler gelir. Çocuk daha doğduğu gün, kendinden büyük olanları saymaya başlamalıdır. Onların yanında ağlamamalı, gaz çıkarmamalı, meme emmemeli, uyumamalı, ayakta, el pençe divan, boynu bükük beklemelidir.
  • Manevi değerler de, iyi öğretilmelidir çocuğa. Örneğin Sırpsındığı, Mohaç, Mercidabık, Çaldıran, Viyana, Şıpka, Sakarya ve de Kıbrıs manevi değerler içindedir.
  • Dedenin kırık gözlüğü, büyükannenin eski terliği, halanın seccadesi, teyzenin tespihi, amcanın sigara ağızlığı, eniştenin lazımlığı, sedir kilimi, kavun dilimi, yengenin tokası, babanın hokkası, ağabeyin kalemi, duvardaki yelkenli gemi birer manevi değerdir.
    Çocuk, bunlara el sürmemeli, kazara eli değerse, hemen öpüp başına koymalıdır.
    Anası, bunları unutan çocuğun gözlerini tırnak makasıyla oymalıdır.
  • Çocuk, kundağı açılınca amcanın yanında gaz çıkardı...
    Saygısızlığın bundan beteri düşünülemez. Hemen bütün aile bireyleri teker teker, kızdırılmış maşayla, yüzüne gözüne on-on beş kez iyice patlatarak, çocuğu eğitmelidir.
  • Çocuk ölürse, katiyen esef edilmemeli, o gece yenisi yapılmalıdır.
  • Yeni doğan çocuk, halanın seccadesine işedi. Maşa bir güzel kızdırılır, aile bireyleri teker teker, on-on beş kez kafasına gözüne indirir yeni doğan çocuğun. Çocuk anlar bunu. Bir daha seccadeye işemez. Yahut saygısızlığı daha da öteye götürür, bağırır.
    Bağırdıkça vurursun, bağırdıkça vurursun... Ta ki terbiyeyi öğrensin.
  • Öğrenmedi de öldü. Eseflenme yok. O gece hemen bir yenisini yapıverirsin...
    Sırpsındığı, Mohaç, Mercidabık, Çaldıran, Viyana için de böyle...
  • Manevi değerler doğar doğmaz çocuğa belletilmeli.
  • Aynı zamanda günde en az 17 saat davul ve zurna dinletilmeli.
    Davul, zurna dinleye dinleye; Kosova'yı, Prut'u öğrene; büyükleri görünce el pençe divan durup boyun büke, ölmeden yetişirse; ilerici olmak için, 14'ünde Marks'ın "Das Kapital"ini, Engels'in "Doğanın Diyalektiği"ni okumak isteyecektir.
  • Ez, toz et keratayı.
    "Tarihi Cevdet" ile "Tarihi Taberi" nesine yetmez?
  • Erkek için mezar nasıl kazılır, kadın için nasıl kazılır? Hepsini öğrenmeli.
  • İkinde namazı asrı evvelde mi kılınacak, asrı sanide mi;
    keçiden adak olur mu;
  • erkek çocuğunu hamama götüren baba, peştemalı göbeğinin altından mı bağlamalı, üstünden mi...
  • Bunları da teker teker iyice hıfzetmeli,,,ayrıca Labriola, JaurÈs, Lenin ve Althusser'e katiyen ihtiyaç yoktur. Hoca Dehhani ile Gazali yeter de artar ona.
  • Bunları kıvıramazsa, kafasına kafasına vurursun; sonra yemek vermezsin; sonra evden kovarsın!
  • Bütün bunlara rağmen devam etti yaşamaya...
    Nasıl olsa polis copla öldürür onu; polis öldürmezse, komando iki kurşunda temizler;
    o da olmazsa, yeri gelince asılır...
  • Böyle olur eğitim.
    Önce saygı.
    Sonra manevi değerler...
    Bunları beceremedi, öldü.

Hemen o gece bir yenisini yaparsın.
Çocuk eğitimi kolay değildir.
Ayrı bir özen ister.
Sille, tokat, cop, kurşun, sık sık öldürmek ister.
Öldükçe de, o gece yenisini, o gece yenisini...
Alt tarafı yeni bitme veletlerle değil;
her sorunun hemen üstesinden gelen,
erkekliğimizle kurtaracağız bu vatan gemisini...

Çetin Altan
Zurna'da Peşrev Olmaz 'dan
Güncel değil,,,arşiv'den
_____________________________________________




http://www.penguen.com/kapak.asp?gun=20080311